31 Aralık 2007 Pazartesi

Kızıldarililer, Neyin Nesisiniz?? Uzaylı mısınız Yoksa??

Geçenlerde yazdığım "Amerikan Dream" adlı yazımda Amerika'nın keşfedilmesi ve sonrasında Kızılderililerin başına gelenlerden kısmen bahsetmiştim. O yazıya Pınar yorum yapmış ve "Kızılderililer'in Türklerden geldiği söyleniyor, aslı nedir Merak Ettim de" demiş. Ben de şimdi sadece kendi fikrimi, hani etrafta duyup da söyleyeceğim şeyler değil, kuracağım mantıksal bağları söyleyeceğim. Bakalım ne çıkacak (((:
Öncelikle jeolojik, arkeolojik ve bilimum ilgili "-ojik" ekli bilimler Dünyadaki mevcut karaların daha önceden bir birleri ile birleşik olduğu daha sonra ayrılmaya, birbirlerinden uzaklaşmaya başladıklarını söyler. Diğer kıtalardan hemen hemene bağımsız olan Amerikada yaşayan insanların oraya bu ayrılma ile gittiğini var sayarsak o zaman Kızılderililerin milleti konusunda pek de yorum yapamayız.
Kızılderililerin bu karaların ayrılması olayından çok sonraları oraya gelmiş olduklarını düşünürsek, ki bu daha güçlü bir ihtimal, Sibirya'dan Amerikaya geçiş yapmışlardır denilebilir. Kısaca Türklerin ana topraklarından ya da civarından gitmiş olmaları gerekir. Yani mekan olarak Atalarımız aynı mekandan gelmiş demektir ve aynı atalardan gelme ihtimalimiz daha büyük ihtimalle gündeme getirilebilir.
Mekansal analizler bir yana, kültür ve yaşantı ve benzeri konulara gelirsek;
Türkler de (Uygurlar öncesinde) Kızılderililer de göçebe hayatı yaşamış. Hayatları sürekli çadırlarda geçmiş, iki taraf da hayvancılıkla uğraşmış, tarımla pek ilgilenmemişler. Kısaca iki tarafın da hayatı At üstünde geçmiştir.
Gök Tanrı inancı iki tarafta da görülür. Türklerdeki "Şaman" kavramı aynı şekilde, sistemde Kızılderililerde de vardır. İki tarafın da Tanrı inancı çok fazla ve ön plandadır.
İdari konularda da sistem benzerlikleri vardır. Bir tarafta bizim "Şef" olarak isimlendirdiğimiz lider "saltanat" sistemiyle değişir. Türklerde de "Şef" yerine "Hakan" ismi vardır ama işlemiş olan sistem hemen hemene aynıdır.
İki tarafta da gruplanmalar vardır. Türklerde bu gruplara "Boy" denilmiş. Kızılderililerde ie ne denildiğini bilmiyorum ama bu sistem de bire bir onlarda da var.
Erkek çocuk iki tarafta da daha önem verilmiş ve iki tarafta da erkek çocuk kahramanlık yapıncaya kadar isim verilmemiş ya hut yaptığı kahramanlığa göre ismi değiştirilmiştir.
İki tarafta da hayvanlar kutsal sayılmış pek çok hayvanın ayrı bir yeri olmuş. Gerekmediği sürece asla hayvanlara zarar verilmemiş, yer yer hayvanları efsanelerde önemli vazifelerle konu etmişlerdir.
Son olarak da dış görünüşleri her ne kadar aynı gibi olmasa da Kızılderililer de Türkler de çok benzer yüz yapılarına, ten rengine sahiptirler.
Ha bir ekleme daha ;
Tarih tekerrürden ibarettir. Avrupalılar yeni bir yaşam alanı bulmuş, gemilerlerlerle bu yeni yaşam alanına geçiş yapmışlardır. Afrikalılar da köle olarak buraya yerleştirilmişlerdir. Günümüzde Amerikan dediğimiz herkes çoğunlukla ya Avrupa ya da Afrikaya uzanan bir soydan gelmiştir. Bu bağlamda belki de "Yeni bir yaşam alanı bulan TÜRKLER" Sibirya'nın Kuzey-Doğusu'ndan Amerikaya geçiş yapmışlar ve oranın yerlisi olmuşlardır ya da orada (belki) bulunan yerli bir halkla karışıp bu gün ki "Kızılderililer" meydana gelmiştir.
Bunu bilemiyoruz. Ama saçma da gelmiyor. Çinliler için Türk mü? denilse saçma gelir zira tarihin başından beri bilinen bir ırk onlar, ama Kızılderililer'in Amerikanın keşfinden önce Dünyanın bildiği bir ırk mı yoksa bilmediğimiz bir ırk mı olduğunu bilemiyoruz, haliyle de "Türk" olabilecekleri ihtimali mantıklı gelebiliyor.
Ama belki de Uzaylıdırlar da çaktırmıyorlardır. Hatta o sebeple Amerikada bol bol U.F.O. görülüyordur(!) yol üstü ne de olsa :P
Benim bildiklerim, düşündüklerim fikirlerim bunlar. Tamamen kişisel ve sadece benim kafamdaki mantığıma dayanan şeyler. Ha bilimesel kesinliği olan yazılar okumak isterseniz tabi ki öncelikle Google amcaya başvurabilirsiniz. Ayrıca da Merve'nin yazdığı ayrıntılı yazıyı okuyabilirsiniz. (((:

29 Aralık 2007 Cumartesi

Dikkat Tema Çalışması Var!!...

Değişiklikleri pek sevmeyen, içime sinmiş bir şeyse kesinlikle bozmaktan yana olmayan birisiyimdir, o sebeple de blogumun hemen hemene açılışından beri, ki yaklaşık 5 ay oldu, aynı basit tema ile duruyordum. Ama dün Merve ye tema ararken bir tane tema gözüme takıldı, mavi manyaklığım tuttu yine :P Aldım koydum temayı bloguma, sonra da dedim burda biraz eksiklikler var, hemen temada oynamaya başladım. Öncelikle yazı yazılan kolan ve sağdaki kolon çok dardı onları Ya-Sin in de başını ağrıtarak genişlettim. Sonra "eee madem kar var kardan adam niye yok" deyip kardan adam koyma fikrine giriştim. Bu sırada süper bir fikir geldi aklıma ve bulduğum bir kardan adam resminin üzerinde bir miktar oynama yaparak sağ tarafa iliştirdim. Şu an itibari ile bulduğum "Süper Fikir" projesinde 3 kısımdan birincisi tamamlandı. İkinci kısmı nasıl yapacağıma izlenecek yol konusunda Ya-Sin'le sabaha kadar kafa patlattık sonun da bir yol bulduk. Bu düşünme sürecini sebebini ve ne üzerien düşündüğümüzü 2. ve 3. kısımı da yapınca anlatacağım. Şimdilik Tema bu inşaat halinde kaladursun bakalım (((:

Not: Tema değişikliği sırasında bağlantılar ve diğer sayfa ögeleri sıfırlanması gerekti. bağlantıları ayrı bir dosyaya kaydetmeme rağmen problem oldu. Eğer bağlantılarıma yazmayı unuttuğum birileri olduysa özür diliyorum, hatırlatılabilirse sevinirim..

26 Aralık 2007 Çarşamba

Mim Furyası; Sezon 1 / Bölüm 5

Eveeet, bir süredir beklemede olan, Tatlıcadının göndermiş olduğu mim'de sıra. İlginç mimlerden biri olmuş hatta bayağı ilginç bir mim. Mimin konusunu öğrenmek için Tatlıcadıca'ya bakabilirsiniz. Buyrun miminizin "Merakettimde"ye daha doğrusu bana uyarlanmış hali (((:

Yemek olsam ne yemeği olurum??
Kesinlikle sebze yemeği olmazdım. yani sebzeli temek olabilirdim ama yemeğin ana malzemesi mutlaka ET olmalı ((: Hangisi olurum dersek de kesinlikle sonu KEBAP ile biten bir yemek olurdum. İskender Kebabı, Ali Nazik Kebabı, Adana Kebabı, Urfa Kebabı... diye uzar gider bu liste. Haaa hatta kabap ve yanında bir de buz gibi şişe kola olurdum (((: (bu daha çok ne olurdum değil de "Biri sana bir yemek ısmarlayacak olsa ne ısmarlasın??" sorususuna cevap oldu ama çaktırmayın :P )

Müzik aleti olsam ne olurum??
Kesinlikle Perdesiz Gitar. Herkese ses verir, ama herkese hakkı kadar ses verir. Eğer sıradan birisi aldıysa eline çoğunlukla saçma sesler çıkarır tek tük güzel sesler çıkar, haliyle kötü gitar denilip kenara konulur. Biraz bilen birisi ondan gayet güzel sesler çıkarabilir. Amaaa... Özel birisi ise, kabiliyetli ve bilgisi iyiyse o zaman o gitardan öyle güzel sesler çıkar ki hatta pek çok enstruman sesini çıkarabilir kişi o gitardan. Aslında ney de olmak isterdim aynı perdesiz gitardaki gibi tamamen kişinin özelliklerine ve bilgisine göre ses verir ney de. Ama o kadar huzur veren biri olamadığım için perdesiz gitar olarak kalmam daha yerinde olr (((:

Araba olsam ne olurdum??
Bugatti marka araba olurdum. Zaten görüntüsü ve şıklığı bitiriyor insanı ama daha da ilginci hazetede okuduğum bir haberin girişiydi;
"Kroyum ama para bende diyenlerdenseniz bilin ki Bugatti marka araba alamazsınız." görünce çok gülmüştüm. Zira Bugatti almak için önce başvuru yapıyorsunuz, sonra uzun bir değerlendirme sürecinden geçip değerlendiren komisyon soyluluğunuza, yaşantınıza hayat tarzınıza uygun derse o zaman satış yapılıyor yoksa 5 - 10 misli para da verseniz olmuyor ((: hatta Türkiye temsilciliğini yapan Doğuş Oto'nun açıklamasındaki şu cümle sanırım yeterli: "Türkiye’de hedefimiz yılda 1 adet Bugatti Veyron satmak. Daha fazlasının satılacağını düşünmüyoruz" ((:

Aylardan hangisi olurdum??
Ağustos olurdum. Hem tatil insanlar mutlu mesud olurlar hem de bizim memlekette "Gonyada" üzümlerin, mısırların falanolduğu aydır, pek bir lezizdir, tatından yenmez bir aydır P

Ayakkabı olsam hangisi olurdum??
Spor ayakkabı tabi... (((: nedeni yok Spor Ayakkabı olsam yeter bee :P

Kıyafet olsam ne olurdum??
Bu soruyu günlük hayattan beni bilen tanıyan herkes tartışmasız "ŞAPKA" diyeceğimi tahmin edecektir. Zira şapka benim için çok özel bir şeydir. 7 farklı şapkam vardır, kıyafetlerimin renk tonuna göre şapka takarım, böyle bir psikopattan ancak şapka olur işte :P:P

eveeet sorularımız bu kadarmış. Eeee şimdi kimin başını yakalım... Hımmm sizi seçtim Dilek ve Başak Esin (Nam-ı Diğer BESİN :P )... Haydi siz ne olurdunuz görelim bakalım (((:

24 Aralık 2007 Pazartesi

Amerikan Dream!!! - Bölüm 1

Not: Parantez içinde ünlem koymayı yazının bir kısmından sonra özellikle bıraktım nasılsa rahatlıkla anlaşılabiliyor nerede koyulması gerektiği (((:
Amerika, 1492 tarihinde keşfedilene kadar Amerika hakkında sadece söylentiler vardı. Zaten bilindiği gibi Amerika'ya ilk ayak basıldığında Hindistan sanılmış, oradaki yerlilere "indian" / "hint" denilmiş. Bu yolculuğun bu denli kolay olmasından kıllanılmış, " bir terslik var bu işte" denilmiş olsa gerek, bulunan "kara" biraz araştırılmış, kurcalanmış ve burasının Hindistan olmadığı, yeni bir kıta olduğu ortaya çıkmış. Bu kıtanın ismine de "Burası Doğu Asya değil ulen, Basbayağı yeni bir kıta" diyen "Amerigo Vespucci" nin ismi verilmiş. (Yani şöyle ki, bu karanın Doğu Asya olmadığını, yeni bir Kıta olduğunu "Abuzer Paşa" diye bir denizci isbat etmiş olsaydı, bu gün Amerika kıtası Abuzer Kıtası olarak anılacaktı :P) Bu "kara"nın Hindistan olmadığı anlaşılınca da yerlilere verilen "Indian" , "Hint" yerine "Kızılderili" manasında kullanılmaya başlanmış. Zamanla, her fırsatta Osmanlı'nın yaptığı "Barbarlıklar"dan(!!) bahsedip gayet medeni(!!) insancıl(!!) tarihleri ile bizlere medeniyet(!!) öğreten, Avrupalılar bu kıtaya yerleştikçe, yerlilerle yani "kızılderililer"le muhabbeti kurmuşlar, onlara ateşli silahları uygulamalı olarak öğretmişler. Bu sırada da "Kızılderililer"den ellerindeki toprakları kibarca(!!!) rica(!!) etmişler. Eeee "Kızıldrililer" afedersiniz eşşek değiller ya, onlar da Avrupalıların Ricalarını(!) kırmayıp "İsteyin yeter ki sizi mi kıracağız" deyip, evlerini barklarını hediye(!!) etmiş, gitmişler. Yalnız her ne hikmetse bu "Rica" sürecinde kızılderililerin mevcut nüfusunun %70 - %80 i belki de daha fazlası ölmüş. Bu durumun nedeni bilinmese de sanıyorum Kızılderililer daha önce hiç ateşli silah görmedikleri için, Avrupalılardaki ateşli silahları görürler ellerine alıp kurcalarken yanlışlıkla ya kendilerini ya da başka Kızılderilileri vururlar veya silah ellerinde birbirleri ile şakalaşırken silah patlar. Büyük ihtimalle bu iki durum sebebiyle o kadar kayıp verilmiştir. İşte bu süreçte Kızılderili ölümleri ile Avrupalıların ilişkisi sadece bu kadardır, tamamen iyi niyetli ve paylaşımcı olmaları sebebiyle(!!!!!) bu noktada adları geçmektedir.
Bu sebebpsiz(!) ölümlerin olduğu süreç uzun ve kanlı yıllar devam etmiştir ve Kızılderililer günün birinde ki günümüzden yaklaşık 150 yıl önce Avrupadan gelmiş yeni adları ile Amerika devletine "Ateş kes yapalım, biz sizin silahlarınızla oynamayı bırakalım, zaten bir avuç kaldık onlar yaşasın bari" demişler. O gün bu gündür Amerika'nın asıl sahipleri, yerlileri Bolivya da çoğunlukta olmak üzere, Amerika'nın kuzeyin de belirli alanlarda yaşarlar. (Nesli tükenen hayvanlardan bahseder gibi oldu bu son cümle ama sonuçta onlar da nesli tükenen insanlar). İşte 150 yıl sonra bu Asıl Ev Sahipleri Amerika'nın Kuzeyinde bağımsızlıklarını ilan edip ayrı bir ülke olduklarını açıkladılar, bir iki gün önce. Bayram da misafirlere (evin kızı olmayınca) hizmet etmekten zaman bulduğum ve nete girdiğim bir anda Merve(nam-ı diğer Guij..) Kızılderililerin özgürlüğünü ilan ettiğini söyleyince öğrendim ben de durumu. Bakalım gelişmeler ne olacak ama en önemlisi "Beni vatandaşlığa kabul ederler mi acaba ???" ne dersiniz??
İşte bu son gelişmeler bir ırkın, "Kızılderililer"in ırkları adına son çırpınışları. Zira sayılarının azlığı bir yana atalarının gelenek göreneklerini, bıraktıkları mirası her ne kadar devam ettirmeye çalıştılarsa da Aktif bir şekilde "dejenere" edilmişler ve ediliyorlar hala. Zaten bu konu Avrupa ülkelerinin ve Amerika'nın çok başarılı olduğu bir konu... "Dejenere" etmek... Aslında bizde Türk Milleti olarak çok iyi biliyoruz bu konuyu. Yalnız bizim uzmanlığımız "Dejenere" etmek değil de "Dejenere" olmak hususunda. Hatta bu konuda çok da başarılıyız, ödüle bile layık görülebiliriz....
Devamı 2. Bölüm de (((:

14 Aralık 2007 Cuma

Şaka Nasıl Yapılır Örnekli Anlatım...


Bir kaç haftadır bazı sebeplerden ötürü blogda yazı yazmadığımı söylemiştim. Aslında hazırlamış olduğum kısmen bitmiş 4-5 yazım var. Ama içime tam olarak sinmedikleri için bu sebeplerin ortadan kalkması ile o yazıları düzenleyip burada paylaşma fikrindeyim. Bu sırada daha önceden yazmış olup Çocukken adlı blogda paylaştığım bir yazıyı ( İnehk in bir lafından aklıma geldi, bu şaka örneğini kendi bloguma da koyayım dedim) burada yeniden paylaşmak istiyorum zira çok keyif almıştım bu olaydan sizee okuyun buyrun...

Bi' gün sınıfta oturuyorken, S. ve D. isimli iki arkadaşım kantinden sınıfa geldiler ve yanıma gelip "rondo yer misin?" diye ikram ettiler. Kremalı rondo bu kaçar mı?? Amaaa meğersem o da şaka bisküvisiymiş, içinde krema yerine diş macunu varmış. Ben de ağzıma atıp yemeye başlayınca farketmiş bulundum. Bu sefer de ben "acısını alacağım, hatta müshil içireceğim size" şeklinde çıkıştım...
Bir-iki hafta sonra bi' akşam eczaneden bir kutu müshil ve bir kutu Aspirin aldım. Sonraki gün geldim okula 4 arkadaş S., D.(kurbanlar :P), Emre ve Ben kantindeyiz. Dedim "hadi içimden geldi çay alayım size". Çayları alınca tepsiye koyarken çaktırmadan müshili çıkardım, tabletinden iki tanesini çıkarıp "çöpe" attım. Sonra Aspirin i çıkarıp bir tane aspirini 3-4 parçaya ayırdım, 1-2 küçük parçayı attım çaylarına "Aspirin"den ve getirip verdim çayları. Emre'ye de çaktırmadan söyledim olayı. Çaylar yarıya kadar gelince ben konuşmayı o yaptıkları kremalı bisküvi şakasına getirdim. Sonra bi' an duraksayıp "Ömer bu çaylarda müshil felan yok değil mi? Yani yapmış olamazsın değil mi?" dediler. Tabi rol yapmayı hiç beceremeyen(!) ben de "Iıı şey yok ya niye yapayım, yani şey işte yapmamışımdır" şeklinde yalan söyleyemeyip(!) renk verdim :P Onlar iyice üsteleyince de " Ya evet attım içine müshil. Napayım çok kızdırmıştınız, tüm sınıfa da yayıp iyice rezil etmiştiniz beni. Bende çok sinirlendim yaptım işte ): " dedim. O an yüzlerini kesinlikle görmeliydiniz, ikisinin de sapsarı kesildi, öylece kaldılar. Sonra hemen ilk şoku atlatıp "ehehehe yemezler Ömer inanmıyoruz öyle kandıramazsın bizi" deyince müshil ilacının kutuyu çıkarıp masanın üstüne bıraktım. Baktılar tabletten iki tane hap kullanılmış "müshil değil bu ilaç" dediklerinde ise "Prospektüsü orada alın okuyun" dedim. Okudular, giderek ihtimaller azalıyor, iş ciddileşiyordu onlar için. Bi' an durup hemen " Eee bunları çaya attığını ne bilelim belki de çöpe attın bizi kandırıyorsun" diyerek uyanır gibi oldular ama bu da önceden söyleyebileceklerini düşündüğüm bir cümleydi ve planım dahilindeydi. Zira Aspirin bayağa zor eriyecek ve bardağın dibinde kalacaktı. Nitekim öyle de oldu. "inanmıyorsanız çayın dibine bakın daha erimemiştir ufak tefek parçaları duruyordur" dedim. Hemen bardağın dibine baktılar ve yüzler daha da sarardı. Zira müshil(aspirin) parçaları hala oradaydı. Bunu gören Emre hemen "aaaa prospektüste etkisi 12 saat sürüyor demiş.O halde gece boyu uyuyamayacaksınız, tuvalete gitmekten demek ki” o an edilebilecek en büyük füfürden daha beter bir cümleyi deyiverdi. Daha da kötüsü bi sonraki gün sınav vardı, o da akıllarına gelince iyice krize girdiler. Bu şekilde iyice sinirlerini bozma işim masayı sinirli bi şekilde terk edip sınıfa doru gidinceye kadar sürdü. Sınıfa geldik herşeyin üzerine birde sınıfta bas bas bağırdım "Çaylarına müsil atıp, müsil içirdim" diye. Artık ya beni öldürcekler ya da öldürecekler moduna geldiklerinde yaklaşık 1,5 saatlik işkenceyi sonlandırdım ve aspirini çıkartıp önlerine koydum “bir daha bulaşmazsınız şaka konusunda kimseye“ dedim afallayıp kaldılar. O işkence dolu 1,5 saatin siniri sebebiyle ne demek istediğimi algılayamadıklarını fark edince “çaydaki aspirindi bi zararı olmaz müsiller çöpte” diye açıklama yapıverdim. O an ikisinin bana öyle bir bakışları oldu ki içimden "Gidicisin Ömer Şehadet getirmeye başla" dedim ((: ama ben planımı bire bir yerine getiirmiştim, onlar da bir daha böyle bir işe yeltenemeyeceklerdi ya bu yetmişti bana (((:"


Son olarak da o bir 1-2 saatte "Kimseye hiç bir şey yapmadım, ama çok şey yaptım" işte şaka böyle olur :P:P:P:P:P:P:P:P:P:P:P:P:P:P

5 Aralık 2007 Çarşamba

Mim Furyası; Sezon 1 Bölüm 4 ve Özel Bölüm…

Uzun zamandır sadece BlogGünü için yazı yazabiliyorum ve canımı sıkıyor evet bu durum. Ancak yakındır geri dönüşüm (((:
İşte bu aradan, yeni yazı görememekten şikayetçiler isyan çıkaranlar artmışken Pınar da Dürtükleyeyim bari belki kendine gelir diyerek mim göndermiş bana. Eeee Pınar bereketli gelmiş ve onun miminin ardından Başak, Nam-I Diğer Besin, den iki mim birden gelmiş ve mimlerden biri de Pınar ınki ile aynı. Besinin diğer mimi için ayrı bir yazım gelecek ama şimdi tek taşla iki kuş vurayım hele şu mime bir cevap vereyim.

Mimin konusunu öğrenmek için ister Besin'e ister Pınar'a bakabilirsiniz. Buyrun miminizin "Merakettimde"ye uyarlanmış hali (((:


Soru : Blog yazmaya ilk defa nasıl başladım?

Temmuz 2007 sonuna kadar ne blog takibi yapıyor ne de yazıyordum. Yasin / Sayfacıbaşı / Hoşaf ile ve Yağmur ile konuşurkenaklıma geldi ıvırı – zıvırı merak ediyorum madem bulduğum cevapları ya da meraklarımı paylaşayım bakalım deyip adım attık bu aleme (((:

Soru : Blog yazılarımın konusu belli bir çizgide olması için çaba gösteriyor muyum? Yoksa içimden geldiği gibi mi yazıyorum?
Belirli bir konu yok. O anda neyi merak ettiysem, aklıma ne gelmişse onu yazıyorum. Ama sadece şuna dikkat ederim; "Merakettimde" günlük, günce denilen tarzda bir blog değil. Ben burayı bir kitap gibi görüyorum. Bu tarza uyacak şekilde yazı yazmaya özen gösteriyorum. Bir kere en başta yayınladığım yazı merakım ya da kafama takılan bir konu hakkında KENDİ yazdığım yazı olmalı, zira dediğim gibi "merakettimde"yi ben günlük olarak değil sanki benim yazdığım bir kitapmış gibi görüyorum, o sebeple benim elimden, kafamdan çıkmayan bir yazıyı ya da günlük tarzında yazdığım bir yazıyı yazmayı tercih etmiyorum.(yanlış anlaşılmasın çok beğenerek okuyorum günlük tarzındaki blogları ve imreniyorum aslında ama ben kitap gibi kullanmaktan daha çok keyif alıyorum )

Soru : Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor muyum?
Hımmm… Feragat… evet ediyorum. Misal yoldu yürürken etrafıma bakınıp gezmekten fedakarlık edip, kafamdaki bir merakımı, kafama takılan bir şeyi "nasıl yazıya dökerim?" diye düşünüyorum. Ayrıca, Gün içersinde aklıma bir şey geldiğinde dışının desenini, görüntüsünü çok sevdiğim özel defterime not edip defterimin sayfalarından feragat ediyorum )))): :P

Soru : Blog yazmak benim için eğlenceli bir uğraşken şimdi artan bekleyiş yüzünden zorunlu bir hal almaya başladı mı?
Ben blog yazmayasadece keyif almak için başladım pek çok kişi gibi. O günden bu yana okuyucu sayım arttı beğenenler var ve niye yazmıyorsun yazsana diyen takipçilerim ve arkadaşlarım var. Ama ilk günden bu yana pek de bir şey değişmedi ebnim açımdan. Bu şekilde istekler de olsa uygun görmediğim, okuduğum zaman cidden keyif almadığım, kısaca geçiştirme bir yazıyı paylaşmamaya özen gösteriyorum. Ama tabi bu talebe de kayıtsız kalamıyorum, oturup daha önceden not aldığım şeyleri kafamda düşünüp toparlayıpbir an önce yazmaya çalışıyorum ((((:

Soru : Blog yazmayı daha ne kadar sürdüreceğim?
Hımmmm… Düşünmeyi bıraktığımda yani ya delirdiğimde ya da beynim iflas ettiğinde… En azından şu an böyle düşünüyorum ((((:

27 Kasım 2007 Salı

İraden mi Var, Derdin Var

Not: Resmin konuyla ilgisi pek yoktur, ama isteyince herhalde bi yerden alaka kurulur, yapın artık bir şeyler olay benden çıktı :P
Dünya meydana geldiğinden beri pek çok canlı var olmuş, bir kısmı varlığını hala sürdürürken, bir kısmı da yo olup gitmiş. Bu canlıların çeşidi belki milyonlarla ifade edilebilir, belki de daha fazla... Aksi iddia edilse de bu canlılardan sadece insan iç güdüsel değil de, iradesel hareketler yapar. Zira irade insana özgüdür, yalnızca insanda bulunur. Her ne kadar insanlar olarak oturup bununla övünsek de, "iradem var uleyynnn yaparım istediğimi, kim karışır." nidaları atsak da işin özü böyle değil tabi ki. Bu söylemler hemen her konuda olduğu gibi tabiri caizse "işimize geldiğinde" dile gelir. Bir konuda yaptığımız seçim, aldığımız bir karar güzel sonuç getirdiyse "ohh ne alaaa"... "Ben seçtim, ben kendi irademle bu kararı verdim, ben yaptım" der, kendimizle, kararlarımızla boş boş övünür dururuz. Ancak işler iyiye gitmediğinde, kötü sonuç olduğunda, hemen kendimizi, irademizi olayın dışına iter, başkalarını olaya dahil ederiz. Sınavdan iyi sonuç alınır "Ben yaptım", kötü sonuç alınır "hoca verdi" denilmesi bu duruma klasik de olsa çok güzel bir örnektir. Ancak bu tarz davranışları eleştire duralım gün içinde bunun gibi türlü türlü durumlarda benzer tepkileri veriyoruz ama haberimiz bile yok. Misal, çok acelemiz vardır, bir cafe de yemeğimizi yeriz, acele ile kalkarken telefonumuzu masa da unutur kalkar gideriz. Koşa koşa gideceğimiz yere yetişmeye çalışırken bir anda telefon aklımıza gelir, anında geri döner bakarız telefonun yerinde ohoooo yeller esiyor!!! O anda garsondan 1 bardak "Buuzzzzzzz" gibi bir su istemek yerine, garsona bağırmaya çıkışmaya başlarız. Bir yandan da telefonu alan "Günün Talihlisine" küfürler mi edilmez, belamı okunmaz, artık Allah ne verdiyse... Kısaca az önce bahsetmiş olduğum, işler kötü gidince devreye giren prosedürü uygulamış olunur. Tamam telefonu alan suçlu ama biz de resmen "Al kardeşim bir telefonun lafı mı olur, aaa bak almazsan ölümü gör" demekten farklı bir şey mi yapmış oluyoruz?? Gayet irademizle kendi kararımızla telefonu masaya koyup, yemeğimizi bitirip ardından telefonumuzu almadan kalkıp gidiyoruz.Bakın irademiz dışında gerçekleşen herhangi bir şey var mı? Çok katı bir yaklaşım olduğunu düşünüyorsanız emin olun bu daha hiç bir şey. Misal Kafasına silah dayanmış birisinin bir şeyi yapmak zorunda bırakılması da yukarda bahsettiğim olayın aynısı dersem!!! Neden olmasın silah kafasına dayandığında önüne seçenek sunuluyor. "ya şunu yapacaksın, ya da öleceksin" kişi düşünüyor, eğer yapması istenilen şey ölmeye değecek bir şey değilse "canım daha değerli" deyip kabul ediyor. Yok ölmekten daha önemliyse "hayır yapmam öldürseniz de" diyor. Sonuçta yine kendi iradesiyle bir karar alıyor. Hatırlayın Kadir Abimiz pek çok kez bunu yaşamıştır. Delikanlı abimize "Bu işin peşini bırak yoksa ölürsün" derler. Ama nafile abimiz için ölümden daha kıymetlidir o yaptıkları ve "Durmayın çekin vurun" der. Ama ne zaman ki "o zaman bırakmazsan bizde (esas)Kızı(tabiki de Türkan Şoray'dır) öldürürüz" derler, o anda abimizdeki o "Mangal" gibi yürek "Cossss" diye sönüverir, abimiz peşinde olduğu işin (esas)Kız'dan önemli olmadığını düşünür ve "Kabul ediyorum, ama kızın saçına bile zarar gelmeyecek" der. (vayy beee ne aşklar varmış (((: ). İşte bakın yine irade, yine seçenekler, yine seçim söz konusu. Ama tabi hemen bu durumlarda bizler "Ya ben bir şey yapmadım yapmak zorundaydım" deriz. Ancak sonucu değiştirmez. Rüşvet alan silah zoruyla da olsa isteyerek de olsa sonuçta rüşveti almıştır ve cezası sabittir. bu da böyle bir şey işte (((: İşte bunları düşününce, bu açıdan bakınca yüzümüzü "hıh" şekline getirip(beni tanıyanlar bu hıh suratımı iyi bilir :P), afedersiniz, hayvan işte ne olacak biz daha üstünüz "iradem var, kim ne karışır istediğimi yaparım" dediğimizde, onlarda içlerinden muhtemelen "Ohhh hayat şahane, iradeeem yookkk derdim yok, Allah içime ne verdiyse onu yapıyorum, ne kadar ekmek o kadar köfte" diyorlardır, kim bilir... Ve ne demiş ünlü düşünür, "Örümcek Adam" namı diğer "Spiderman"in Ben Eniştesi(yahut amcası)
"Büyük Güç Büyük Sorumluluk Getirir"...
Ya-sin için Ekleme: Kadir abimiz ile ilgili benzetmem için buyrun Devlerin Aşkı filminden bir alıntı, Yasin kafanda biraz daha şekillenir durum sanıyorum :P, yok olmadı şekillenmedi dersen de zorlama biz seni bu halinle de sevebiliriz, kabulleniriz bu halini, üzülme sakın olur mu :P:P:P

9 Kasım 2007 Cuma

Çok Hücreli Bedenin, Tek Hücreli Hayatı

Çok uzun yıllar sonra, çok yabancı ama aslında bir o kadarda tanıdık, çok ayrı yerlerde, çok başka yollarda yürüdüğüm ama aslında hemen hemen aynı yolda benzer fikirlerle, benzer amaçlarla, gayelerle yürümüş olduğum, kıymetini kelimelerle ifade etmeye çalışmamın yersiz olduğunu düşündüğüm (zira kelimelere dökemeyeceğim bir kıymete sahip ((: ) bir arkadaşımlayken konuşma esnasında verdiğim bir örnek vardı ve o örnek hakkında bir yazı yazmamı söyledi, ben de şunları yazdım ve buyrun sizinle de paylaşalım bunları ((:

"İnsanın hayatı, özellikle de duygusal yaşamı hücreyi andırır. Hayatımız, duygularımız bir “mantık” zarı ile çevrilidir. Hayat boyunca insanları seçer, değerlendirir ve hayatımıza girmesinde sakınca görmediğimiz kişileri hayatımıza alırız. Tıpkı hücre zarının seçici - geçirgenlik özelliği ile maddeleri seçip, değerlendirip uygun gördüğü maddeleri hücre içine alması gibi. Hücre bu maddeleri yapıtaşı olarak kullandığı gibi çeşitli dengeleri korumak için de kullanır, yeri gelir artık işine yaramadığı için ya da zarar vermeye başladığı için hücre dışına atar. İnsan hayatında da durum farklı mı? İnsanlar girer hayatımıza, zamanla hayatımızın en önemli noktalarında yer alırlar, bazı sebeplerle hayatımızda tutarız, veya artık bir paylaşımımız kalmadığı için hatta yeri gelir bize zarar verdiği için hayatımızdan uzaklaştırmaz mıyız?

Biraz daha özelleştirirsek bu benzetmeyi, hücre ile insan yaşamının bire bir, nasıl da örtüştüğünü daha net görebiliriz. Şöyle ki dikkatlice baktığımızda aslında insan için aşk ne demekse, aşık olduğu kişi ne kadar önemliyse, hücre için de protein bu şekilde. Evet evet protein olmadan yaşayamaz hücre, yani protein (bir başka deyişle AŞK) olmadan yaşanılmaz, yaşam olmaz!!! Hücre protein i içine alır ve bu proteini temel yapısına katar. Ama ne yazık ki hücrede ki bu yapılanma hücre için hep iyi sonuçlara sebep olmayabiliyor. Protein olarak görülüp hücreye alınan ve hücre yapısına katılan, hatta hücrenin kontrol noktasında önemli bir yapıda yer verilen bu protein, bazen protein yapısına büyük benzerliği olan VİRÜS lerden biri olabilir. İşte protein sanıp hücrenin içine aldığı bu Virüs e hücre zamanla önemli noktalarda yer verir ve bir sure sonra virüs hücre içine iyice yayılır ve hücreyi ele geçirerek hücreye çok büyük zararlar verir. Malesef, insanların hayatının akışı bu yönden de örtüşüyor. Birisine aşık olur, onu çok özel görür ve apayrı tutarız. Onu hayatımıza çok iyi niyetlerle ve fikirlerle alırız. İşte zamanla o kişiye o kadar önem veririz ki hayatımızı AŞK ımız üzerine kurar, tüm planları o çerçevede yaparız. Yani kısaca insan hayatını, hayatına aldığı AŞK üzerine kurar. Ancak hücredeki yanılma gibi hayatımıza aldığımız AŞKımız da bazen malesef Virüs ün ta kendisi çıkabiliyor. Bir süre farkında olamıyor insan, hayatını AŞKı üzerine kurmaya başlıyor. Ve an geliyor Virüs kendini gösteriyor. O yaptığımız, düşündüğümüz tüm planlar, her şey alt üst oluyor. Artık o kişi size keyif, mutluluk bir yana acıdan, üzüntüden başka bir şey vermez oluyor. Ve bir süre daha sonra artık o kişi sizin, o seçici geçirgen mantık zarı ile çevrili hayatınız da olmuyor. Ama izleri hep yerli yerinde bir yandan acı vererek kalıyor gitmemek üzere…"

Yazdığım bu yazı hakkında fikriniz, yorumlarınız ne olur bilemeyeceğim ama herkes Aşk, Sevgi v.b. şeyleri kendi bildiği, becerebildiği şekilde ifade eder, ya da benim yaptığım gibi ifade etmeye çabalar. Bende öyle yapıp kendimce anlatmaya ifade etmeye çalıştım, mümkün olduğunca... Tıpkı Meşhur Matematikçi Ömer Hayyam'ın rubailerinde bir 4 lükteki sözleriyle sevgisini matematiksel olarak dile getirmesi gibi;

"Öyle bir çember çizilse ki,

Çemberinde ben merkezinde sen,

Sen döndükçe beni, ben döndükçe seni görsem,

Öyle bir an gelse ki, yarıçap Sıfır olsa"

Ömer Hayyam

30 Ekim 2007 Salı

Sokak Lambalarının Dramı...

Evet kesinlikle başlıktaki gibi bu durum çok büyük ve hep gözardı edilmiş bir dram... Bir önceki konuda bahsettiğim Sayfacıbaşı'nın;
"Kötü yola düşen kadınlara sokak kadını derler. Şimdi durum belki manidar gibi, hani evi yani bi' yuvası yokmuş, o bakımdan sokak kadını demişler gibi açıklanabilir. Peki sokak lambalarının ne günahı var? Onlara "Sokak lambası" yakıştırması yaparak haklarına girmiş olmuyor muyuz?"
sorusu hep göz ardı edilen bir ayrıntıyı gözler önüne sermeme neden oldu. Aslında sorunun cevabı gayet açık ve sorunun içersinde cevabın kendisi bulunuyor. "Evi, barkı, yuvası olmadığından yola çıkılarak Sokak Kadını denilmiş olabilir" cümlesinde de bahsi geçen kadınlarla Sokak Lambalarının bu açıdan ortak yönü çoktur. Yani tıpkı bu kadınlar gibi "Sokak Lambaları"nın da bir evi, yurdu, yuvası yoktur. Her zaman, her şeye rağmen sokaklardadırlar. Ne bir yere gider ne de ayrılırlar sokaklardan. Peki bu yakıştırmayı yaparak onların hakklarına girmiş olur muyuz bilemem ama buna gelene kadar aslında türlü yönden haklarına girdiğimiz gün gibi ortada. Hepimiz o lambaların ışığında geceleri yürürüz, yeri gelir arkadaşlarımızla, yeri gelir ailemizle, eşimizle dostumuzla. Onlar ise hep yalnız olarak dururlar orda. Bu durumda haklarına girmiyoruz da ne yapıyoruz. Ayrıca bu güne kadar onları hep kullandık, onlardan faydalandık ama bir kez şefkat göstermedik. Sorarım hanginiz bir sokak lambasına sarılıp da sırtını okşadı?? Hanginiz bir gün gidip de halini hatrını, ihtiyacı olup olmadığını sordu?? Sorarım size bunları yapmak bir kenara, patladığında, çalışmadığında hemen görevliler aracılığı ile kenara, çöpe atılıp yenisi ile değiştirilmediler mi bu lambalar?? Hatta şefkatimizi, ilgimizi, sevgimizi o kadar esirgedik ki bu dediklerimi yapmak bir yana bozuldu diye çöpe atılırken bile kendimiz tenezzül etmeyip devletin görevlilerinin yapması için beklemedik mi? Hangimiz gidip kendi elleri ile düzeltmeye çalıştı?? Olsa olsa tekme atarak düzeltmeyi denemişizdir.
Evet daha bunun gibi onlarca hatamız, yanlışımız olmuştur "Sokak Lambaları"na. Son olarak sorarım Sayfacıbaşı sana;
"Bu kadar yaptığımız şeyin karşılığında bu "Lambalar"ın ne düşündüklerini, ne yaşadıklarını düşünmeyip verdiğimiz isimlerine kafamızı yormamız ne kadar doğru???"
Ve gelin bu gün yeni bir kampanya başlatalım. Herkes kapısının önündeki bir "Sokak Lamba"sına sarılsın ve bundan böyle onlara göstereceğimiz sevgi ve şevkatle, sık sık onlara sarılarak ne kadar kıymetli olduklarını hissettirelim.
"Haydi herkes sokak lambalarını kucaklamaya!!!"

Merak Etmişler de...

Blog yazmaya ilk olarak yaklaşık 4 ay önce 23 Temmuzda "Merak Ettim de" diyerek yazdığım bir yazı ile başladım. O sıralarda bir kaç arkadaşımın içinde yer etmiş ve acilen cevaplanması gereken sorularına elimden geldiğince cevap bulmaya çalışmıştım. O sorulardan bir kısmını ise diğerleri kadar aciliyeti olduğu kanısında olmadığım için daha sonra cevaplarım diye bırakmıştım. Artık onların da bir an önce cevaplanması ve soruların merakların giderilmesi gerektiğini düşünüp cevapları aramaya koyuldum tekrardan. Ben bu soruları birer birer olabildğince çabuk cevaplayadurayım sizde neymiş bu sorular bi bakın hatta varsa cevaplarınızı burad yazın, gayet memnun kalır soru sahipler ve tabi ki de ben (((((:

1- Sayfacıbaşı sordu ki;
"Bilmem ki nasıl desem...

Mesela kötü yola düşen kadınlara sokak kadını derler. Şimdi durum belki manidar gibi, hani evi yani bi' yuvası yokmuş, o bakımdan sokak kadını demişler gibi açıklanabilir. Peki sokak lambalarının ne günahı var? Onlara "Sokak lambası" yakıştırması yaparak haklarına girmiş olmuyor muyuz?"

2 - yağmur sordu ki;

"Bende hem ağlarım,hem giderim mantığını anlayamayanlardanım.E be kardeşim sen değil miydin evlenmek için can atan,bütün hazırlıkları yapan,kimi zaman evdekilerle aran bozulunca o evden kurtulmak isteyen değil miydin ???hadi gidiosun anladıkta neden ağlıosun:Dbu konuyu aydınlatırsanız:D"

3- ramses sordu ki;

"Şincik benimde merak ettiğim bişe var; hani oluyor ya işte koskoca bir şehirde bir mağazadasın ve oh ne rahatım keşke bugün canımı sıkcak biriyle karşılaşmasam dersin ama o anda tam karşından nasıl bi tesadüfse o koca şehirde asla karşılaşmak istemediğin kişiyle yüz yüze gelirsin?? ya da nasıl olurda tam en çok sevdiğim müziği dinlerken ya elektirkler kesilir ya da sevgili anneciğim elektirkli süpergeyi çalıştırır? :P (çok mu paranoyağım yoksa Omar abi xD ) hadi abi bu meraktan pazıl olmuş kafayı bi açıklığa kavuştur bakim :P"


İşte bu gayet aciliyeti olan ve çözülmesi muklat suretle gerekli olan soruları teker teker çözüme kavuşturmaya çalışacağım önümüzdeki bir kaç gün içinde, tabi sizlerinde yardımı olursa çok makbule geçer bilesiniz ((((:


11 Ekim 2007 Perşembe

Mim Furyası,Sezon - 1 / Bölüm - 3; 0(sıfır)’dan başlıyalım mı ?

Eveeet... Mim, Mim, Mim... Bu gidişle blogun ismini "Mimlendim de" diye değiştirmem gerekecek... Ama olsun "Kıymet Verip" mimliyorlar beni, bu durumdan, Mimlenmekten gayet memnunum (((:
Bir önceki mimde de olduğu gibi "iki taraftan" mimlenmiş bulunuyorum. Biri sevdiğim kıymetli bir arkadaşım olan Tugba Tuncer diğeri ise 3 bloglu ve özellikle siyasi yazılar paylaştığı Bu Blogu'nu çok sevdiğim Pucca . Mimi başlatan kişi Tugba'dan öğrenelim konumuzu...

Evet benim de hayalim, ne kadar mümkünatı vardır, ne kadar ciddiye alırsınız bilmiyorum ama CUMHURBAŞKANI olmak kafamda yatan, hayalden de öte, cidden kafamda çizmeyi planladığım bir yol. Hem de 16. Cumhurbaşkanı olmak gibi bir hedef de koyuyorum önüme ((: Bakalım Yıllar sonra "Bir zamanlar hayal olarak demiştim, şimdi gerçekten Cumhurbaşkanı'yım" diyebilecekmiyim uzuuuuuuuuunn yıllar sonra göreceğiz :P :P :P
Sıradaki "0(sıfır)’dan başlıyalım mı ?" diyecek kişi PINAR olsun da görelim neler çıkacak ondan da (((:

8 Ekim 2007 Pazartesi

Mim Furyası,Sezon - 1 / Bölüm-2; Çıldırtan Detaylar...

Mim dediğimiz, ama aslında Paslaşmak ya da Sobelemek denilse daha bi manasına uygun olacak "Etkinlik" Dilék vesilesiyle blooguma yeniden konu oldu. Tabi bu sefer farklı bir konumuz var. "Çıldırtan Detaylar"... "Mim Etkinliği" nedir ne değildir, bilindiğinin aksine nasıl bir gaye yatar altında, niyet aslında nedir??? sorularını büyük bir titizlikle "Mim mi?? O da Ne Ola ki??" başlığı altında açıklamıştım. O sebeple direkt olarak Çıldırtan Detaylarıma geçeyim...

- Aşırı derece de ayrıntıcı birisi olarak, ayrıntıya önem verilmemiş olmasına çok bozulurum. Zira hiç bir şey yüzeysel olmamalı, tüm ayrıntılar olabildiğince düşünülmeli...
- Benim gayet bilgi sahibi olduğum bir konuda, birisi gelip de bana hiç bir şey sormadan, bilip bilmediğimi öğrenmeden bilmiyor muamelesi yapıp kırk saat beni bilgilendirmeye(!) çalışırsa boğasım gelir... ((:
- Bir defa söylendiğinde yeterli olacak bir şeyin kırk defa söylenmesi...
- Karşısındakinin kim olduğunu bilmeden, sadece "Nick"ini bildiği kişiler hakkında ileri geri yorumlar yapan "İnternet Kullanıcıları"na...
- Göya Modifiyeli Doğan, Şahin arabalarla sabahın 3'ünde - 4'ünde apartmanın önündeki caddeden motoru boğa boğa geçen "İnsan Evlatları"na...
.
.
.
Daha uzuyor, acayip derecede "kıl" biri olmam sebebiyle çıldırtan konu çooook ((: neyse ama şimdilik yeterli bu kadarı...
Hah son olarak da;

MERAK ETMEYENLERE KIL OLUYORUM :P


Bu "Mim"i başkasına paslamak istemiyorum zira bir çok kişiyi gezmiş bir "Mim" ve daha da uzamasın diye düşündüm((:
Ayrıca ufak bir haber vereyim, "Mim" olaylarına biraz farklı bir boyut getirmek amacıyla 1 haftaya kadar çok değişik bir "Etkinlik"e girişeceğim, bir kaç blog yazarı yakın arkadaşımla. Yenilemek lazım bazen bazı şeyleri değil mi...(((:

4 Ekim 2007 Perşembe

Önce Alışveriş, Nerede "FİŞ"??

Yaklaşık 2 haftadır kafamda dönen, bir türlü "Cehaletim ortaya çıkmasın" diyerek kimselere soramadığım, susup içime attığım bir merakla yanıp tutuşuyorum. Ancak artık "Merakım"ın ağır basması sebebiyle buradan sizlere sorup "Cehaletim"i gidermenizi rica ediyorum...
Akranlarım ve büyüklerim gayet iyi hatırlar. Bir zamanlar "Devlet"in başlattığı ve halkı bilinçlendirme konusunda gayet amacına uygun bir reklam serisi vardı. "Önce Alışveriş, Sonra Fiş" sloganıyla alışverişlerde kayıt dışının azalması, halkın bu konuda bilinçlenmesi için türlü türlü reklamlar yapılmış ve büyük ölçüde amaca ulaşılmıştı. Şahsen ben o reklamalrdan sonra sakız için bile fiş ister olmuştum...
Tabi zaman değişti, teknoloji ilerledi...Paranın yerini Kredi Kartları aldı. Şimdilerde ise son moda"Garanti trink"...Reklamlarını sık sık görüyoruz, güzel ve işlevli bir uygulama(mı acaba??)... Yalnız benim kafam "Başlık"tan da anlaşılacağı üzere farklı bir noktaya takıldı. Tam olarak şu şekilde;
"Reklamlarında eleman geliyor,trink okutuyor( ki kasıla kasıla, kasiyeri iplemez, muhattap olmaz bir halde) basıp gidiyor.

Eeeee hani "Fiş"???

Kardeşim bizim ülkemizde yıllarca çalışıldı uğraşıldı bilinçlensin diye millet, hatta 4-5 ay öncesinde kampanya başlatıldı Maliye bünyesinde "100 fatura ve ya Fiş getirene çekilişle Laptop" şeklinde. Eeee bu reklamdan sonra gayet "Özenti"liğe yatkın bir ülke olarak, "Şekilcilik" adına fişi umursamadan reklamlardaki gibi basıp giden sayısı bir hayli olacaktır.
Kimse sakın, "Ya o reklamın amacı farklı, hem orda fiş aldığını görse ne olur görmezse ne olur, orada fiş almadı diye biz de fiş almamazlık edecek değiliz ya, o kadar da aklımız çalışıyor" demesin. Diyen varsa, onlara öncelikle "Thank you for smoking / Sigara İçtiğiniz İçin Teşekkürler" i izlemelerini (özellikle de Hollywood filmlerinde ufak ayrıntılarda yer alma karşılığında ödenen tonla para ile ilgili kısmını) , biraz da psikoloji incelemesi yapmalarını tavsiye ederim. Nasıl dizilerdeki silahlı kişiler, halkımızı "Delikanlılık" ayağına maganda haline rahatça getirebiliyorsa, bu tarz reklamlarda "Duyarlılığı", "Bilinçli Kişi" sayısını hızla azaltıyor, farkında bile değiliz... Magazin programlarını, sabah programlarını bizleri yozlaştırdığını söyleyerek protesto eden (ve ya ediyormuş gibi davranan) bizler, biraz da reklamları irdelesek nasıl olur acaba...???

Not: Belki belirli bir sistem gereği fişsiz alışveriş yapılıyordur bu "Trink" ile diye düşünüyorum, en azından bir umut diyerek... Lütfen bu konuda;

BİRİ BENİ AYDINLATSIN!!!

30 Eylül 2007 Pazar

Mevlana Celaleddin-i Rumi

Maneviyat, insaniyet, yardımlaşma, hoş görü gibi vasıfların içimzde öne çıktığı(en azından böyle olmasını umut ediyorum) Ramazan'da, Bu akşamın yeri çok daha başka olacak. Bu bahsettiğim vasıfların çok daha fazlasını yaşanılabilecek en üst noktalarda yaşamış, yaşanmasına vesile olmuş ve olmaya da devam eden yüce zat "Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumi"nin 800. Doğum yılı için yapılan kutlamaların en görkemlisi bu gece yani doğumunun 800. Yıl dönümünde Konyada yapılacak. Pek çok yabancı kanaldan canlı yayınlanacak kutlama, saat 22:00 da başlayacak ve Fox Tv den 2 saat boyuna canlı yayınlanacak. Kesinlikle ve kesinlikle kaçırmamanızı tavsiye ediyorum. Ayrıca Ahmet Özhan ve Mashar-Fuat-Özkan konserleri de Kutlamada yer alacak.


Mevlana ile ilgili yayınlarda duyduğumuz o güzel sözleri, o eşsiz hoşgörü cümlelerini, o cümleleri kullanıp, Mevlana Hazretlerinin hayatına dair bilgi verme işinin benim haddime olmadığını düşündüğüm için buyrun "Mevlana Vakfı"ndan bilgi edinelim(((:


Not: Keşke daha önceden aklıma gelmiş ve keşke çok daha güzel hazırlanmış bir yazı ile bu klonuyu paylaşmış olsaydım sizlerle. Ama gecikmeli de olsa burada "Mevlana Hazretleri"ni anmış olmak cidden mutluluk verici oldu benim için. ((:



Bayram İşte Asıl Böyle Olur )):

Daha önce bahsetmiştim çocukken de yazılar yazıp, heey gidi gençlik diyorum. Çok keyif aldığım bu yazılardan burada da ara sıra bahsetmeye çalışıyorum. Dün de bir anda aklıma geldi "Eski Bayramlar" a dair içimi geçire geçire, cidden özlem duyarak şunları paylaştım...
Mutlaka Okuyun derim... ((:

En Dikkat Çekici Çelişkili Mim (:


Aaaaaa sevgili OmAr beni "Mim"lemiş :P :P . Neyse sulandırmadan konuya geleyim ((:
"Dikkatinizi çekmiş olan, gördüğünüz, duyduğunuz, ilk aklınıza esen ve sizi gülümseten Çelişki" ne ola ki??? diye Merak ettim ve önce kendim başlayayım diye kendimi "Mim"ledim...
Hemen "Seyfi Uzunkök"den bire bir alıntı Çelişkime geçeyim;
"Toplumumuzda ayıp diye ifade edilen bazı yaşam tarzları vardır. Kıyafet bunun bir parçasıdır. Bir kız açık giyindiğinde çok az bir kesim bunu yadırgayabilir. Örneğin mini eteklidir. İşin garip yanı ise erkek dışarda şortla gezdiğinde herkes tepki verir, ayıp der.( Annem-Babam'ı alıştırana kadar onlarda böyle diyordu bana :P) Halbuki erkeğin bacağı kimseyi kolay kolay tahrik etmez. Ama bu ayıptır. Mesela bu şekilde bir mülki amirin yanına çıkamazsınız. Ya da adliyeye giremezsiniz. Ancak mini etekli bir kadın girer. Bu da erkeklere yapılmış bir baskıdır. Kimse tarafından da dile getirilmez. Erkek bacağı açık gezme özgürlüğüne sahip değildir. Ama kadın mini etek giyme hakkına sahiptir. Sonuç tahrik olsa bile..."
Bu gözlem kesinlikle benimde yakındığım bir konu. Hayatımda ilköğretim ve lise eğitimimde bile spor tarzlı ayakkabılar giymiş, asla klasik ayakkabı giymemiş biriydim. Ama gelin görün Üniversite de çeşitli sebeplerle Rektörlükte toplantıya girmem gerektiğinde ilk karşıma getirilen şey "Senato kararı var, toplantıya kravatsız, takım elbisesiz giremezsin" ve haftada 2-3 kez bu tarz toplantılarda takım elbise, kravat ile çile çekmekteydim... Bayan Rektör yardımcımız ise gayet klasik-spor arası kıyafetlerle, hatta olabildiğince renkli cıvıl cıvıl kıyafetlerle nisbet yaparcasına gelirdi her toplantıya, iyice çıldırırdım((:
Neyse sırada Günün Şanslı-Kurbanları(aha çelişkinin alası :P) var...

Mınar
Guijarra
Tugba

Buyrun sahne sizin ((((:

28 Eylül 2007 Cuma

"Mim" mi?? O da Ne Ola ki???

Blog yazarları arasında Hem eğlence amaçlı, hem de karşılıklı muhabbetin daha da koyulaştırılması amacıyla yapıldığı ileri sürülen bir "icraat". Alakası bile yok... Birisi çıkmış bir konuda demiş ki "Benim şu şu şu arkadaşlarım bu konuda sağlam birer yazı yazabilirler" demiş. "şu şu şu" arkadaşlar yazdıktan sonra yazılarını, "uleyn sen sen sen benden daha iyisini yazamazsınız bu konuda" demiş... Bu durum uzadıkça uzamış, herkes işin özünde; "Benim yazım en güzeli" oldu demiş ve hep bir başkasına "benden daha iyi yazabilecek misin?"sorusunu yöneltmiş. Bu "icraat" in özünde bu var.
Tugba ve Guijarra da ayrı ayrı ama aynı konuda "Mim"lenmiş ve kendi üslubuyla yazmışlar "Mim"e cevaplarını. (Tugba'nın cevabı, Guijerra'nın cevabı). Ardından da "Seni Seçtim Pikaçuuuuu" şeklinde "Haydi bakalım benden daha iyisini yazabilecek misin?" demiş ikisi de ve topu bana atmışlar. Konumuz;"En yakınımızdaki kitabın 187. sayfasının ilk cümlesi... Bakalım benim en yakınımdaki kitabın

187. sayfasında ne var?

şu cümle;
"Okuduğuher şey üzerinde uzun uzun düşünüp taşınan Clausius 1848 yılına gelindiğinde, Evren'in kaderi üzerine kafa yormaya başladı"
Bu cümle, 1800 lü yıllarda Prusya'nın, sonralarda ise Dünyanın en önemli fizikçilerinden biri olan "Radolf Clausius" için "Dünyayı Değiştiren 5 Denklem (Michael Guillen)" de sarf edilmiş. Ya böyle pek bi "entel" olması için aranıp bulunmuş bir kitap ve cümle gibi oldu ama cidden ilk aklıma gelen ve yakınımda, hatta dibimde o varmış. Ama tavsiye ederim 5 büyük bilim adamının hayatını çok güzel işlemişler (:
Eveeett... Şimdi de bende sıra mimleme adına((:
Ancak konuyu değiştirmek istiyorum. Yeni Konumuzzz...
"Çelişkiler"
Evet, günlük hayatta dikkatinizi çeken, İLK AKLINIZA GELEN, yüzünüzü gülümseten ÇELİŞKİ Nedir???
Açılışı kendim yapmak için, ilk olarak kendimi "Mim"liyorum ((: Haydi bakalım "Meraklı Yaratık" merakımızı gider bi' (((((:

26 Eylül 2007 Çarşamba

“Döner Kapının Popülaritesi”nin Sırrı…


Yasin yine pek bi'ehemmiyetli(!) bir o kadar da önemli(!) bir konuda(soruyu tekrardan yazmıyorum linke tıklayıp okuyabilirsiniz) aydınlatılmak istemiş, eee benim de görevim sizleri en doğru(!), en gerçekçi(!) bilgiler ile aydınlatmak olduğu için hemen daha da uzatmadan konuya girip, sizleri aydınlatmaya çalışayım...

Öncelikle verilmiş olan cevap tamamen baştan savma ve bilim, tasarruf gibi lafların arkasına sığınarak insanların gözünü boyamak amacıyla verilmiş bir cevap....

Aslında mevzu çok basit. En önemli amaç bu kapıların yapımında "GÖSTERİŞ"... Evet evet kesinlikle "Gösteriş"...Mükemmel bir iç dizayn yaptınız otel girişine. Çok şaşalı bir görüntü oldu, biiir sürü de para harcadınız. Kapınız normal kapı. Gelen transit geçip "Resepsiyon" masasına geldi, girişini yaptı çıktı odaya. Eeeee... Sorsanız giriş kısmına dair bi tek kapıyı hatırlar, şöyle bir şeydi diye ve birde "resepsiyon" kısmını. Ne oldu?? o kadar para bi işe yaramadı. Ama döner kapılı bir yerde durum farklı. Gelen bir an durup uygun bölmeye girecek. Sonra kırk saatte o kapı dönerken bir yandan mecburen etrafına bakınacak. Siz hiç, yeni yapılmış da olsa, içi öyle sıradan gösterişsiz, hatta kısmen köhne olan otellerde döner kapı gördünüz mü?

Bunun yanı sıra bir başka ihtimal dahilindeki sebep de, "Zaman kazanmak"...Evet kesinlikle bu da güçlü bir ihtimal. Şu şekilde:

Düşünün çok gösterişli bir otel, giriş kapısı normal kapı, çok önemli bir müşteri geldi, dan diye kapıdan girdi "resepsiyona" a bi' geldi kimse yok... Haydaaa... Hani bence sorun değil, beklesin işi ne… Ama büyük otel sahipleri bu şekilde demiyor. (Hoş bu düşüncede olduğum için ben üç kuruşun hesabını yapmak ta onlar trilyon hesabı yapmaktalar. Ama kuruşlarımla ben çok meshudum (((: o da ayrı bi' durum) İşte bu nokta da otellerin "imdadına" döner kapı yetişiyor. Bu pek bi ehemmiyetli müşteri geldi kapıdan girecek, döner kapının uygun bölmesini bekleyecek, döner kapının salına salına dönmesini beklerken içerinin süsünü püsünü izleyecek, içeri girecek ve "resepsiyona" ulaşacak. Bu süre zarfında çoktan müdürler, ilgili şefler karşılama(yaranma) amacıyla bekleme moduna çokdan girmiş olacaklar.

Bu sebepleri gittikçe uzatmak mümkün. Ama bu iki sebep, özellikle de ilk sebep sanırım olayı gayet iyi özetliyor. Dünyanın en ünlü ve pahalı giyim markalarının ürünlerine para verebilecek kadar zengin(zeki) olmayan, ama "4 de 1" fiyatına satılan taklitlerini alıp etrafa sanki orjinaliymiş edasıyla "Gösteriş" yapmaya çalışan bir toplumda, bir kapının bile yapılmasının sebebini "Gösteriş" olarak düşünmek sanıyorum ki pek de yadırganacak bir durum olmaz… (((:

Merak Ettim de "Modern Soygun Nasıl Yapılır???"

Eveetttt... Merak Ettim De olarak her zaman sizlere faydalı(!) olacak bilgiler vermeye, sizleri aydınlatamaya devam ediyoruz...Birazdan hayatınızda olmazsa olmaz bir bilgiyi, "Yoluyla, yordamıyla bir kişiyi soymanın yöntemlerinden biri"ni uygulamasıyla birlikte vereceğim sizlere. Eğer bir GSM firmasına sahipseniz ya da ilerde sahip olursanız bu yöntem ile muazzam bir soygun yapabilirsiniz. İşte buyrun geçenlerde cereyan eden olay ve size ilerde büyük paralar kazandırabilecek yöntemin ayrıntıları;

Bir süredir, "Avea hattımdan kontörlerim çok çabuk düşüyor. Acaba neden?" diye düşünürken, kontör yükler yüklemez hesabımdan toz olup uçan kontörlerimin hesabını Avea Müşteri Hizmetlerini arayarak sormak aklıma geldi. Avea'dakiler merakımı gidermek amacıyla beni Flycell'e yönlendirdi. Flycell ise "Üyemiz olarak gözüküyorsunuz, üyelik onayını yaptığınız için kontörlerinizi geri veremeyiz." dedi. Halbuki ben paralı bir hizmete üye falan olduğumu hatırlamıyorum. Onaylamanın nasıl yapıldığını sordum. "Telefonunuza gelen onay kodunu internetten sisteme girmişsiniz ve onay işleminizi tamamlamışsınız." dedi. Hayır, kendimi bilmesem, doğrudur diyeceğim, ama ücretli hiç bir servise para vermem yani. Ama sonuçta onların dediğini mecburen kabul ettim, suçumla (!) kaldım. Önce ücretsiz diyorlar, sonra haber bile vermeden servis ücreti olarak haftalık 25 sms/50 kontör alıyorlar. Sonunda öğrendim ki, Flycell tarafından 150 kontörüm cukka edilmiş...

Devamında, uzun konuşmalar sonucunda bu duruma "DUR" demek için "Iptal flycell" deyip 5959'a mesaj yollamak gerektiğini öğrendim ve bu "Modern Soygun"a kendi adıma "DUR" dedim. Siz de çabucak kontörlerinizi gittiğini düşünüyorsanız, "Flycell"e destek amaçlı haftalık 50 Kontör bağış yapan "Hayır Severler"den olmak istemiyorsanız, Hiç müşteri hizmetleriyle falan uğraşmayın, hemen "Iptal flycell" deyip 5959'a mesaj yollayın. Nasıl olsa diyecekleri şeyler üç aşağı beş yukarı aynı değil mi??...

21 Eylül 2007 Cuma

Döner Kapının Popülaritesi


Ben yine e-posta kutuma düşen iletilerden yola çıkarak bir soru soracağım, çok sevgili Omar'a. Merak ettim, cevabını da altına yazmışlar sözde ama pek de tatmin olmadım açıkçası. İşte o soru ve cevabı:
Niçin otellerin kapıları döner kapıdır?
Doner kapilarin tek amaci enerji tasarrufudur. Buyuk binalarin icerleri devamli olarak isitilir. Acilan normal kapidan iceri soguk hava rahatlikla girer. Eger normal kapi kullanilirsa hava degisimi nedeniyle klimalar veya motorlar yeniden calisacaktir. Ozellikle cok kisinin girip ciktigi otel veya benzeri binalarda enerji tasarrufu icin doner kapi kullanilir. Doner kanatlar sicak havanin disari cikmasina, soguk havanin da iceri girmesini engeller.
Şimdi siz bu cevaba inandınız mı yani? Ben inanmadım.

18 Eylül 2007 Salı

Merak Ettim de Nasıl Konuşuyorlar…


Eveeet… Bu harita da şimdi nereden çıktı ve üstündeki siyah çizgi de ne oluyor?? Değil mi?? ((:
Bundan iki hafta önce bir aile dostumuzun şirketinde bazı işlere yardımcı olmak için çalışıyorken iş nedeni ile çalışanlardan biri ile şehir dışına çıktık. Ve 6 gün süren bu yoldulukta siyah renk ile görmüş olduğunuz güzergah üzerinde 6 Günde 7 şehire gitmiştik. Yorucu, kimi zaman sinir bozucu ((: ama keyifli bir yolculuk olmuştu. O yolculukta da bir sürü "merak ettiğim" ve ya "dikkatimi çeken" şey oldu. Tabi bu kadar farklı il söz konusu ise bir o kadar da farklı şive demek olur bu ((: Zaten eskiden beri şivelere merakım vardı bu vesile ile de böyle bir yazı yazayım dedim, döner dönmez biraz araştırdım ve buyrun sizlere bazı yörelerden şive örnekleri…
Haaa unutmadan sizlerinde bildiği şive örnekleri varsa paylaşırsanız herkesten önce ben çok sevineceğim (((:

Not: Yazının sonunda 2 tane şive örneğini (sırf eğlenmek için) seslendirmeye çalıştığım bir video var. Kesinlikle inceleyin :P (((:

  • Lisede, okulda Kastamonulu çok sayıda arkadaş olunca haliyle, en popular söylemimiz şöyleydi;

"Depcem deeeyon depemeyon,

Atcem deyon atemeyon

Dep gari, At garii

Gastımonu, Gastımonu Dep Dep Dep!!!"

  • Yıllar önce Aydın'a teyzemlere gittiğimde bi' sohbet ortamında duyduğum tam metnini ise geçenlerde araştırırken bulduğum tekerleme;

"Gagı: Aydın yöresinde Kamışa "Kargı" derler, hatta Kargıda diyemez görüldüğü gibi "GAGI" derler ((: "

"Gagı va, gagıcık va

Gagıdan gagıya fak va

Gemencik gagısı bamak gibi

Umulu gagısı badak gibi

İmamköy gagısı va

Bağmak bağmak

Ebeyli gagısı va

Dınak dınak

Gagı va beli bükülü

Gagı va deli dövülü

Gemencik gagısınnan

Otakla gagısının fakı

Ota bamak gibi

Gagı va, gagıcık va

Gagıdan gagıya fak va"

Çocukluğunda ilk defa Germencik'i gören bir köylü, kırk yıl sonra tekrar oraya gider, şaşırır kalır ve gördüklerini komşularına şöyle anlatır:

"Ey, gonşula geliven bi! Bakın da nele decem size. Böyün Gemenciğe gittim. Bi de nele görem? Gemencik şeher olmuş, şeher! Baza yatana gidivedim. Köftülü kebabla dizilivemiş. Otomofille sılanıvemiş. Şaşdım galdım. Bi de deve küleşi va dedile. Goştum gidivedim. Hakem hiyetinden Mıstıva Çavış, opalödene ba ba bağıbatı. "Çocukla gıyıya gaçsın, gebe gala da ayağaltında dolaşmasın! Devele gaçça haa!" deye."

  • Anlatan :Behice TAŞKIN (35 Yaş) Yıl 1963
    Kaynak: Nevşehir ve Yöresi Ağızları
    Yazan: Prof. Dr. Zeynep KORKMAZ

Yamır Doğası....
yamır doğası var diyi en oğde bi dellal çarılır. dellal aşamdan çarılır. zabanan koyümüzün hocaları böyükleri hep toplanıllar, doğayı yapallar.
Koftür....
her yirin memlekatın bi şiysi oluyor. koftürü pek gozel yaparıh. ah üzümden yaparıh.
Gısga otu....
böyle böyle gapanı gapanı gısga otu alırıh, depemizde guneş yanarıh. aşam oldumuydu talladan gopuşu gopuşu gelirik.
zabanan şafak atmadan galhacah, inekleri sağacah, nirde, bizinki zorunan geçim. sen niye giş geldin?Noğururdün? şindiyadar bu talla boğun biteridi
gısgamızın otuna gore adam oluruh. bazı gun birbirimize öndüc giderig, o bana gic geldiyse bende ona gic giderim, irken gelene irken giderik. suvarırıh maşallanın üsdüne otururuh iyice bi ıslanırıh. maşalladan hic gahmah. öğlennedi yimek yaparıh. pahla, zelderi yanı, olmassa sütlü bişiririk. aşam olunca talladan geleceğen, yimek bişirecen.

  • Son olarak da Kahramanmaraş yöresine ait bir cümle ve Anlayabileceğimiz şekle getirilmiş hali;

''camının süllümünden dırmanan püsüğe haphabınan vurduydum püsük dohuz dombalak atarak aşşağı tuvarlandı''

meali :P ; " caminin merdiveninden çıkan kediye takonyayla vurunca kedi dokuz takla atarak aşşağı yuvarlandı"



16 Eylül 2007 Pazar

Korsana Savaş Açan KORSANLAR…

Ramazan Ayını görebilmeye bu sene de ömrümüz yetti. Her ne kadar eskiden olduğu gibi olmasa da bu ayın insanda uyandırdığı hissiyatlar çok başka. Ramazan ile başlığın alakasını hemen konuya şöyle devam ederek kurayım;

Ramazan geldi bari bu ayda paramı hayırlı bir şeyler alarak harcıyayım deyip bir kitap evine girmiş, raflardaki Kur'an lardan birini seçmeye çalışırken "Seyfi Uzunkök"ün "Çelişkiler" adlı kitabında dikkati çektiği bir husus aklıma geldi ve hemen elimdeki Kur'an ın ilk sayfalarını açtım aynen şu ibare: "Bu eserin yayın hakları … Yayın evine aittir. İzinsiz çoğaltılamaz…". Bir iki farklı yayın evininkilere, bazı Kur'an CD lerine baktım, benzer ifadeler "Her hangi bir şekilde kopyalanamaz", Uzunkök'ün dediği gibi bazıları daha da ileri gitmiş ve "Kopyalarsan hakkımı helal etmem" demiş… Hızlıca Şiir bölümüne geldim ve Yunus Emre şiirlerinin olduğu kitapları açtım yine aynı ifadeler… durup bir an aynen şunları düşündüm: " Bu insanlar Allah'ın hiç bir karşılık istenmeden insanlara iletilmesini istediği sözlerini gelir kapısı olarak görüp maddi kaygı güderek ticaretini yapıyorlar. Kıytırık bir yazarın bile izni olmadan sözlerini basıp satışa süremeyen bu kişiler, Allah Kur'an ın ticaretinin yapılamayacağını yine Kur'an içinde kesin bir dille yasaklamışken, Hem karşılığında bir bedel ödemeksizin hem de içerisindekilerin asıl Sahibi nin izni olmaksızın kar amacı ile satışa koyup, bir de üzerine nasıl yayın hakkı bizimdir, izinsiz çoğaltamazsınız, çoğaltırsanız hakkımızı helal etmeyiz diyebiliyorlar. Hadi ben diyelim ki çoğalttım ve haklarına girdim, peki onlar bu ticaretiyle kaç milyar müslümanın hakkına girmiş oluyor???"… Bu çelişkiye Kur'an çok açık bir örnek. Bu çelişki sadece Kur'an da değil dediğim gibi Yunus Emre'nin ve eski zamanlarda yaşamış bir sürü kişinin eserlerinin günümüzde basılmış hallerinde de bulunuyor… Acaba sözeleri, müziği anonim olan şarkı, türküler için mp3 yapılıp internetten indirilmesin diye bas bas bağıran, korsana savaş açanların, korsanlara karşı yasa çıkartmaya çalışanların en başta bizzat kendileri KORSANdır demek yanlış mı olur??

Hayat boyu aman şunu unutmayalım: "Öncelikle İğneyi kendimize batıralım, sonra Çuvaldızı başkasına batıralım" hatta kendi yaptıklarımızı, başkalarının yaptıklarından çok daha fazla sorgulayalım yani "Çuvaldızı kendimize, iğneyi başkasına batıralım" ((:


Saygılar…

Ben Çocukken…

Herkese selamlar… MeCeSe ((: nin bir zamanlar aklina bir fikir düşmüş ve gidip "COCUKKEN" diye bir blog açıvermiş. Bu blogda bir zamanlar ne yapar ne ederdim diye yazarken bu yetmez isteyen gelsin, o da "Ben Çocukken" deyip de yazar olmak isteyen varsa buyursun gelsin demiş. Eeee çocukluğu sessiz, sakin, uslu bir çocuk olmasından dolayı olabildiğince olaylı geçmiş olan ben(usluysan sessiz sakinsen nasıl olaylı hareketli geçiyor çocukluk demeyin sadece ilk yazıyı okursanız o yeterli olacaktır anlaşılmasına) orada yazmayacam da kim yazacak deyip "Beni de al MeCeSeeeeeeeeeeeeeeeeeee" dedim. Sağolsun kırmadı aldı beni kadroya, ben de başladım yazmaya… Şu an itibari ile 4 adet yazım mevcut geçmişe dair…Buyrun okumak isteyenler için ön bilgi ve linkler (((:

Dediğim gibi siz öylece dursanız da "ekşın":P olaylar benim peşimi nasılda bırakmıyormuş buyrun bakın...
Balkondan Aşşağıya Uçma Yolları, Ders - 1

Ablam ve Kuzenimle birlikte yaptığımız,
Kendin Pişir Kendin Ye Radyo Programı

3 Yaşlarındayken,
Yemeğin Kaynağına Yağtığım Yolculuk

Lisede deneme sınavlarındaki takma isim kullanma geyiğinde ulaşılabilecek son sokta,
Üfürükten Teyyare...

Buyrun bakalım okuyun okutturun :P


15 Eylül 2007 Cumartesi

Ben de Merak Ettim - Cevaplar / Bölüm 3


Evet, gayet mühim ve önemli sorulara verdiğim cevaplardan oluşan "ÜÇLEME"nin ((: 3. ve son Bölümü "3. Bölüm: Bilimsel Seans" Bayağı bir gecikme ile sizlerle birlikte. Bir önceki hafta içersinde geçici bir iş için 6 günde 7 şehire gitmiş olmam sebebi ile pek zaman bulamadım ama geri döndüm bomba gibi :P Haydi buyurun bakalım kaldığımız yerden devam…((:


Merak 7:

Işık saniyede 300.000 km hızla yol alıyor. Peki karanlık hangi hızla çöküyor? Bununla bir alaka kurulabilir mi?

Cevap 7:

Bu konu göründüğünden çok daha karışık. İlk başta hemen "Işık" ile "Karanlığın Çökmesi"nin hızları aynı diyesi geliyor insanın...Ama olayın derininde işler çok daha başka. Ancak bu konuda diyeceği olanlar vardır belki diyerek ve kendim için biraz daha düşünme payı isteyerek bu soruyu bir süreliğine askıya almak istiyorum. Diyeceği olan birileri varsa buyursun... Mikrofon sizde((:


Merak 8:

Diyelim ki gelecekte bir gün ışık hızıyla seyahat eden araba icat edilmiş olsun. Bu arabanın farlarını yakınca ne olacak?

Cevap 8:

Bence ne olacağından daha çok niye yakma ihtiyacı duyacağını düşünmek lazım. Yani farları niye açarız??? önümüzü görelim gerekecek olursa manevra yapıp bir yere, bir şeye çarpmayalım der ve farları açarız. Ancak o hızla giderken farları yakıp, önünü görüp, bir şey önüne çıkarsa fren yapıp durmayı becerebileceğini düşünen ya da "gerekirse sağa ya da sola ani manevra yapabilirim, ne varki" diyen biri olabileceğini sanmıyorum,o sebeple de öyle bir durumda farları yakmak gayet fuzuli olur. Yalnız "yok kardeşim o durumda ben dururum da manevra da yapabilirim ne var ki" diyen çıkarsa da benim karşılığında diyebileceğim tek şey "vaayyy beee...Analar ne evlatlar doğuruyor" olur ancak... ((:


Merak 10:

Teflona hiçbir şey yapışmıyor. Peki tavanın ne özelliği var ki teflona yapışık?

Cevap 10:

Bu konu benim de aklımı bulandırmakta ve açıkcası cevabını bende net bir şekilde veremiyorum. Bir Kimyacı olarak burada size konuyu bilimsel saçmalıklar(!) ile açıklayabilirdim ama daha mantıklı(!), gerçekçi(!) bir dille sorularınıza cevap verdiğim için size bilimsel saçmalıklardan(!) bahsetmeyeceğim ki aklınız karışıp yalan(!) yanlış(!) bilgilerle dolmasın…Şöyle bir durup düşünüyorum da nedenini, belki de cevap "Bölüm-1/ Soru 2" deki "Süper Yapıştırıcı"nın ta kendisidir (: Kim bilir...(: (:


Merak 12:

Uçağın kara kutusu kaza anında parçalanmıyorsa neden bütün uçağı kutunun üretildiği maddeden yapmıyorlar?

Cevap 12:

"O zaman çok ağır olur, o yüzden uçamaz uçak" diyen arkadaşların seslerini duyar gibiyim. Ancak kesinlikle alakası yok bunun. O kadar dayanıklı bir maddeyi bulan bilim adamları onun hafif olan halini de bir şekilde bulabilirler. Asıl mesele şu hikayedeki ile bire bir aynı. Şöyle ki:

"Zamanın birinde bir terzi hiç eskimeyen bir kumaş bulmuş. Ne eskiyor ne kirleniyor, hiç bir şey olmuyormuş bu kumaşa. Ülkenin kralı hemen bu terziye bolca hediye altın verip ödüllendirmiş, kutlamış. Zamanla tüm ülkeye yayılmış bu kumaşla yapılmış kıyafetler, herkes akın akın bu kıyafetleri almaya gitmiş pazarlara. Satıcılar satışlardan çok memnunmuş. Ta ki bir süre sonra satışlar tamamen durana kadar. Kumaş eskimediği için kimse yenisini alma ihtiyacı duymuyormuş. Bunu gören kral hemen terziyi idam ettirmiş ve tüm eskimeyen kumaşlar bir şekilde imha edilmiş. Eskiyen yırtılan kumaşlar kıyafetler tekrardan satılır giyilir olmuş." burdaki gibi uçak bozulmaz parça ihtiyacı duymaz ve malesef "düşmezse" gariban(!) uçak üreticileri nasıl ailesini geçindirecek parayı kazanacak )):





29 Ağustos 2007 Çarşamba

Ben de Merak Ettim - Cevaplar / Bölüm 2


Evet, gayet mühim ve önemli sorulara verdiğim cevaplardan oluşan "ÜÇLEME"nin ((: 2.si sizlerle birlikte. "3. Bölüm"e BİLİMSEL içerikli soruları ayırdım, "3. Bölüm: Bilimsel Seans" çok yakında sizlerle olacak ((: Şimdi buyurun kaldığımız yerden devam…((:


Merak 5:
Gökyüzünde 400 milyon yıldız olduğundan bahsediliyor. Bizler "yeni boyalıdır" yazan yerleri el yordamıyla kontrol ettiğimiz halde, bu söylenen yıldız sayısının gerçekliğine nasıl inanıyoruz?

Cevap 5:
İnandığımızı kim söyledi. Tamamen sıkış olduğunu adımız gibi biliyoruz. Biliyoruz da hadi gelde aksini ispatla (: Boyalı yeri elleriz birşey olmadıysa "puhhh yalancılar sizi" deriz. Ya da elimize bulaşan boyaya şapşal şapşal bakarken çevremizdekilerin laflarına maruz kalırız. Eeee yıldızlara dokunup avcumuza alıp sayamıyacağımıza gore haklısın diyeceğiz boyun büküp başka çare yok…

Merak 6:
Limonlu gazozlarımızda bile bir sürü yapay tatlandırıcı, renklendirici, hede, hödö bulunmakta iken, limonlu bulaşık deterjanlarında gerçekten limon aroması kullanıldığına inanabilir miyiz?

Cevap 6:
1 – 2 hafta once bir gazetede "Görme Engelli" bir vatandaşımızın iş ve işçi bulma kurumuna başvurduğu ve kısa bir zaman sonra kurumun "Görme Engelli" vatandaşımıza "Makam Şöförlüğü" işi ayarladığı yazıyordu. O kadar şöför işsiz dururken gidip de "Görme Engelli" vatandaşı makam şöförü yapan bir ülkede limonun en iyilerini deterjanlara, kimyasal, yapay aromaları da içiceklere koyarlar... bunda garipsenecek bir şey yok ki…

Merak 8: Fare kokulu kedi maması yapılmış mıdır? Neden yapılmaz?

Cevap 8:
Fare görünce gerginlik basıyor kediyi…"aha fare!!!.. bir dakika ben kediysem bu mekanda o fareyi barındırmam uleyynnn" deyip başlıyor fare peşinde koşup , bir yandan da "ulan yakalayamazsak bu sahibim bana neler neler yapar, yakalamam lazım kesinlikle" şeklinde stress yapmaya…Yani işin özünde kediler fareyi yemek amaçlı değil şartlar gereği kovalar... fare kokulu yem verdiğimizde burunda devamlı koku var ama fare yok piyasada. Eee haliyle kedimiz stress yapacak "ulan bir yerde fare var kovalamalıyım" diyerek. Ama garibim bulamayacak, bulamadıkça da iyice kendinden geçecektir. Yazıktır, şimdiye kadar bulmadılarsa sesleniyorum buradan " Lütfen Böyle Bir Kötülük Yapmayın Onlara ): " (: (:

Merak 9:
Uçaklarda can yeleği vardır ama paraşüt bulunmaz. Bunun anlamı ne?

Cevap 9:
"Uçak düşmesi durumunda, sulak bir yere düşerse yırttın, sulak bir yere düşmezse Allah öbür tarafta kolaylık versin "fikri hemen akla geliyor soruyu okuyunca...

Ama durum çok farklı. Yolculuk öncesi "Hostesler" tarafından 3-5 dk. içinde "Can Yeleği" kullanımı gösterilir ve yolcularda çoğunlukla "Can Yeleği"nin nasıl kullanılacağını öğrenmiş olurlar. Paraşüt içinse işler biraz karışıktır. 1-2 ayda ancak öğretilebilen "paraşüt" kullanımının yolculuk öncesi uçakta Hostes tarafından can yeleğinin kulllanımı gibi 3-5 dk. içinde anlatılması mümkün değildir. Hadi anlattı diyelim içinde benim de olacağım hatırı sayılır (hemen hemene dünyanın tüm nüfüsu kadar) bir çoğunluk o kadarcık zamanda nasıl öğrenecek bunu...

Paraşüt koyulursa uçaklara şu haberleri ve ya benzeri haberleri duymamız malesefki muhtemeldir:

  • Sevgili seyirciler New York – Londra hattında uçan 187 sefer sayılı uçak Okyanusa düştü. Uçaktan panik haliyle paraşütle atlayan ve 2 si paraşütün iplerine dolanıp suya çakılan, 3 ü yine paraşüt iplerine dolanıp boğulan, 5 kişi hariç tüm yolcular kurtarıldı...
  • Istanbul – Berlin arası sefer yapan 345 sefer sayılı uçak dün uçuş sırasında oluşan bir hava boşluğundan dolayı panikleyen 3 yolcunun paraşütle atlamak için çıkış kapısını kırması sonucu irtifa kaybedip yere çakıldı. Ölü sayısı henüz kesinleşmedi...

V.s. v.s. v.s...

Uçak kazalarında ölüm oranı zaten yüksek, aman birde paraşüt felan deyip de bu oranı iyice yükseltmeyelim ...





26 Ağustos 2007 Pazar

Ben de Merak Ettim - Cevaplar / Bölüm 1


Sayfacıbaşı'nın bir birinden mühim ve önemli konulara dair gelen "e-postalar"dan derlediği soruları payaşmıştı. Tam Burada
Oldukça terleten bu 12 soruyu daha uygun olacağını düşündüğüm için "3 Bölüm" halinde sizlerle paylaşacağım buyrun "Volume-1" pardon "Bölüm-1" (:



Merak 1:
Yüzmek zayıflatıyor diyorlar. Öyleyse balinalar nerede yanlış yapıyor?

Cevap 1:

Bir yerde yanlış yaptıkları yok ki. Onlar zaten zayıf. Seni bilmem ama ben hiç bir balinanın böyle sudan havaya doğru cıkarak yaptığı hareketler sırasında sarkan, fazlalık olarak göze çarpan bir yanını görmedim. Sadece türlerinin gereği birazcık(!) iri kemikliler. Hem zaten dışı öyle ama içi boş onların. Hatırlamazmısın çizgi filmlerde, filmlerde balina yutar adamları, balina içinde yollarını kaybederler, orda yıllarca yaşar, gezer dururlar. (Bkz. Hz. Yunus Kıssası) Kısaca, Aslında bi numaraları yok onnarın "Büyük Boy Cips Paketleri" gibi bakarsınız kocaman devasa birşey, ama içi bakarsınız tamamen "FISSSSS"


Merak 2:
Süper yapıştırıcı dedikleri kimyasallar her şeyi süper yapıştırdıkları halde niçin içinde bulundukları tüplerin iç yüzeyini yapıştırmamaktadır?

Cevap 2:

Bu konuda sadece şunu söylüyorum başka da bir şeye gerek yoktur… MUM DİBİNE IŞIK VERMEZ :P

Merak 3:

Niçin falcıya gitmeden evvel randevu alınır? Geleceğimizi bilmeleri gerekmez mi?

Cevap 3:

Burda asıl sorun "Geleceğini önceden bildiğinde ne olacak?" Eee kardeşim sen bu falcının gelecekten gördüğü her şey için bir meblağ ödemiyor musun? Evet… Eeee senin geleceğini bilip randevu almana gerek kalmaması demek, normal ücretin iki katını sırf iki dk. arayıp gelicem demeye üşendiğin için vermişsin demek olur. Öyle bedavaya iş yooookkk (:Ha razıyım dersen seve seve "Geleceğini" de bilir "Geleceğini" de (:

Merak 4:

Eğer bugün hava sıcaklığı sıfır derece ise ve meteorolojiden gelen habere göre yarın iki kat daha soğuk olacağı tahmin ediliyorsa yarının hava sıcaklığı kaç derece olacaktır? Neye göre? Neden?

Cevap 4:

İlk yapılması gereken şey (fizik alanlar bilir) "referans" noktamızı bulmak, sonrası basit…soruda "iki kat soğuk olacak" deseydi, "sıfır derecenin iki katı soğuk ne kadar soğuktur?" diye sorabilirdik. Ama "İki kat DAHA" soğuk demiş. Demek ki bir önceki günkü sıcaklık belli bir miktar düşmüş ve sıfır derece olmuş. Haberde ise yarın bu düşüş miktarının iki katı kadar sıcaklık düşüşü olacak demek istiyor, yani referans noktamız "bir önceki günkü sıcaklık düşüşü". Bu hususta soruda bilgi olmadığından eksik veri vardır ve bu sebepten soru yanlıştır. Mecburen bu soruyu cevaplamadan es geçiyorum…


Arkası başka bir gün (:

21 Ağustos 2007 Salı

Küresel Isınma ve Et Kıtlığı Tehlikesi




"Küresel Isınma" ile birlikte giderek dünyadaki tüm kaynaklar yok olmaya yüz tutunca beni git gide bir kaygı kaplar oldu. Bu kaygı hemen herkestekinden biraz farklı kalıyor. Zira tamam susuzluk çok büyük bir tehlike ve çok büyük bir sorun, ama bence daha büyük bir problem bekliyor bizi; "Et Kıtlığı" ):
Evet evet cidden büyük ve çözümü olmayacak bir sıkıntı bu. "Ne alaka susuz kalsak daha mı iyi yani" diyenleriniz illaki çoktur ama susuzluğun çözümü mevcut. Uzun yıllardır Arap ülkelerinde uygulanan "Diyaliz" yöntemi ile deniz suyu kimyasal kullanılmadan sadece yoğunluk farkı kullanılarak temiz içme suyu haline getiriliyor. Bu uzun yıllardır kullanılan ve gayette iyi sonuçlar veren yöntemin yanı sıra "Turkuaz" markalı sular ile sık sık gündeme gelen atık suların temizlenerek içme suyu haline getirilmesi yöntemide gayet başarılı bir yöntemdir(o kadar laf edilmesine rağmen mecbur kalınırsa kana kana içeriz hiç dert etmeyiz...). Hatta hiç olmadı laboratuvar ortamında su yapar içeriz v.s....
Buna karşılık "Et Kıtlığı"nın çözümü yok...): Cidden böyle bir durumu düşünmek bile azap veriyor bana!!! Et yerine genleri ile oynanmış soyalı yemekler...Iyyyy!!! Yok Yok bir şeyler yapıp bilinçlendirmeli insanları. Bence Hollywood yıllardır işlediği "Robotların insanlara hükmedeceği" zırvalıklarını bırakıp insanların "Et Kıtlığı" yaşadığı etsiz yemeklere mahkum edildiği zamanları konu alan filmler çekmeli, insanları bilinçlendirmeli. Yok yok birşeyler yapmak lazım acilen...
"İskender"siz, "Köfte"sız hatta "ETLİ EKMEK"siz kalmamak için fikir üretmek lazım. Hatta varsa hemen tavsiyelerinizi iletin,

"HENÜZ GEÇ SAYILMAZ, HALA BİR ÜMİT VAR, TEHLİKE YAKLAŞIYOR LÜTFEN KAYITSIZ KALMAYIN"

(: (:

17 Ağustos 2007 Cuma

Senede Bir Kez Hatırlamak ve Hatırlanmak...

Denir ki;
"Allah ölümü önce "TAŞ"lara vermiş, ancak taşlar ölenlerin ardından yıllarca ağlamış yas tutmuş. Daha sonra Allah ölümü "DAĞ"lara vermiş, dağlarda yıllarca yas tutmuş, ağlamış ölenleri için. Son olarak Allah ölümü onlardan da alıp "İNSAN"lara vermiş. Başlangıçta insanlarda ağlamış yas tutmuş ama bir süre sonra herkes kendi hayatıyla kendi keyfiyle meşgul olmuş her kes unutmuş gitmiş ölenlerini..."
Bu gün benim doğum günüm!!! (: 1984 yılından beri bu dünyada ikamet etmekteyim...Daha da önemli kılan bu günü, benim yada bi başkasının doğmuş olması değil de 17 Ağustos 1949 yılında Bingöl çevresinde ve "Tam 50 Yıl" sonra aynı gün de 17 Ağustos 1999 da bu kez İzmit ve çevresinde kaybettiğimiz "On Binlerce" insanın ölümünün Yıl Dönümü olması... Her Afette olduğu gibi hazırlıksız yakalanmamız, kayıplar, hatalar... bunları her radyo televizyon ve gazetede hatta bloglarda okuyacaksınız yada okudunuz. Bence işin vahim yanı, ki bu sadece bu olaya has değil, 30.000(resmi kayıtlar böyle ama kayıplar eminim çok daha fazladır) kişinin çok büyük bir afette kaybedilmesi ve bunu şimdilik senede 1 kez hafiften bir yas havasında anıyor olmamız.(Dahada acısı bu yas havasının şiddeti giderek azalıyor ve görünen o ki yakın bir zamana sadece haberlerdeki ara başlık halinde sanki Afrika'da bir alakasız bir yerde olan bir olaymış gibi anılacak. Umarım kötümserimdir bu konuda da gerçekler daha iyimser bir halde gelişir...)
"Doğum Günü" kavramına küçüklükten beri ısınamamış kafamda soru işaretleri var ken bir de üzerine Biri "Unutulmuş" ve bir diğeri ise unutulmaya yüz tutan iki depremin de doğduğum güne denk gelmesi her sene bu sorularımı iyiden iyiye artırır oldu. Küçüklükten beri anlayamadığım bir olayı, bir mutluluğu yada üzüntüyü "Doğum Günü", "Yıl Dönümü" gibi kavramlar olmadan niye hatırlayamıyoruz, niye illa bu kavramlara ihtiyaç duyuyoruz???
Günlük hayatımda sürekli görüştüğüm yada cidden çok iyi bir dostluğumun olduğu insanlara değil bu merakım, zira onlarla her gün bir şeyler paylaşıyoruz. Bu merakımın kaynağı, bütün bir yıl boyunca aramayıp, görüşmeyip, hal hatır sormayan kişilerin "Doğum Günümü" hatırlayarak(ki bu telefona hatırlatma notu yazmak ve günü geldiğinde hatırlatmasını beklemek kadar kolay bir şey artık) bu vesile ile hal hatır sorması beni önemsediğini göstermesi...Buda güzel hatırlanmak bu sebeple de olsa ama neden hep eşinizi "sevdiğinizi" söylemek "jest" yapmak için "Evlilik Yıl Dönümü"nüzü beklersinizde her hangi bir gün de bunu yapmazsınız??? Ya da bir arkadaşımıza "Doğum Günü" sebebiyle gider bir hediye alır ya da "İyi ki Varsın" gibi cümleler söyler, her hangi bir gün durup dururken normal bir arkadaşımıza "ya iyki varsın" ya da benzeri bir mesaj atmayız, atanada "ne bayram değil seyran değil eniştem beni neden öptü" gibi laflar sarfederiz??? Neden illa "Huzur Evlerine" ziyaret için bayramarı bekleriz??? Bu dediklerimin kimisini yapıyor kimisini es geçiyorum bende ama neden illa güzel bir şeyler yapmak için hep bir "kılıf" bulmaya çalışıyoruz cidden çok "MERAK EDİYORUM"...(: