23 Aralık 2008 Salı

Bitkiler ve Hayvanlarda Estetik Operasyon Var mı? Varsa Nasıl Yapılıyor?

Tıpın belki de en genç dallarından biri "Plastik Cerrahi", en azından sistematik hale gelmesi 1-2 yüz yıl öncesine rastlıyor. 1-2 yüz yıl önce sistematik hale getirilip yakın geçmişe kadar aslında yaralanmalarda insanlara faydalı olmak için kullnılmış plastik cerrahi. Tabi zamanla "Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar" düsturu gereği yarası falan olmayan ama "niye bana da yapmıyorsunuz, benim neyim eksik" diyenler olmuş. Neyse haydi sus payı için yapmışlar bir iki estetik operasyon, ardından bu sefer de "ışığı gören gelmiş" düsturu gereği önüne gelen "Ben de isterim" demiş. Bakmışlar talep çok, para veren falan da var, tamam "voleyi vurduk" deyip bu işi sektör haline getirmişler. Günden güne de büyümüş ve günümüze kadar gelinmiş. Artık günümüzde o kadar önemli bir alan haline gelmiş ki bazan "İnsanlar plastik cerrahi gelişmeden önce nasıl yaşıyorlarmış, vah vahhh hayat şartları çok zormuş eskiden." diyecek oluyorum. Zira öyle ki neredeyse estetik operasyon geçirmeyen kalmadı, neredeyse estetik olmayanları ayıplanıp dışlayacak hale geldik. Neyse ben bu noktada en azından tedarikliyim. 3,5 yıl önce burnumdan estetik olduğum için en azından dışlanma sorunum yok. Estetiği hala yanlış bir şey olarak gören geri kalmış (!!!) kişilere de "Basketbolculuk dönemimde burnum 3 yerinden kırıldı ve kırıklar için mecburi estetik oldum" açıklamasını yaparım geçinir giderim. Size de tavsiyem hemen bir bahane bulup bıçak altına yatın, modayı takip edin bu noktada sakın eksik
İşte plastik cerrahi bu şekilde büyüyüp yaygınlaşınca, 1973 de bir kaç bilim adamı "insanların canı can da hayvanların, bitkilerinki patlıcan mı?" demiş ve biraz da onlara estetik yapalım demişler. İlk olarak tek hücrelilerden, bakteriden başlamışlar kurcalamaya. "Eee soran olursa bu bakterinin kurcalanmış hali için bir isim bulalım" diye düşünürken "Rekombinant Bakteri (recombinant bacteria)" deyivermişler. Sonra öyle ufacık bakteriyle uğraşmaktansabiraz da bitkilere el atalım demişler. Tabi onlar "şuramı buramı düzeltin" diyemedikleri için bilim adamları kendilerince denemeye başlamışlar. Mısıra el atmışlar, soyaya el atmışlar derken "ula bu işte deli para var" deyip işi ticarete dökmüşler. Mısırı, soyayı kurcalayıp, orasını burasını oynarken "ah şu Şeftali de erik gibi tüysüz, parlakcana olsaydı keşke" demiş birisi. Denemesi bedava deyip bu sefer erikle şeftaliyi karıştırmışlar, kökten epilasyon yapılmış şeftali çıkartmışlar ortaya. Hazır epilasyon yapmışken tavuklara da el atıp tavukları "dımdızlak" ortada bırakıp, tüysüz tavuk yapmış KFC'ye yollayıvermişler. Oydu buydu, şunu şununla karıştıralım bununla bunu birleştirelim derken birisi çıkmış "oyuncak ettiniz sebzeyi meyveyi, şimdi bunu yiyenlere ne olacak peki hiç düşündünüz mü ha?" demiş. Bir an durup düşünülmüş, estetikli ve kargacık burgacık hale gelen bitkileri, hayvanları yiyenlere ne olacaktı acaba? diye. Eee hadi bunu 1-2 insanda deneyelim deme imkanı da yok, zira bunu yiyenlerde etkiler yaklaşık 3 nesil sonra ortaya çıkıyor... "Hah en iyisi biz bitkinin, hayvanın sağını solunu kurcalayıp kurcalayıp, bu durumu çakmayacak ülkelere kaktıralım gitsin, sonra takip ederiz ilerde ne olacak görürüz" denilmiş. Özellikle de soyayı didiklemişler, sonra da tutmuş kaktırmışlar bunu bazı ülkelere, bir de beraberinde ağızdan ağıza "Soya sağlıklıdır, et yerine soya kullanın çok faydalı falan filan" diye de yaymışlar, beklemeye koyulmuşlar ohhhhh!!! değmeyin keyiflerine. Tabi ülkemizde 3-4 sene kadar önce bir anda Soya kullanımının yaygınlaşması, her yerde kıyma yerine soya kıyması kullanın edin diyenlerin çıkması, aynı dönemde İtalya'dan "hediye" olarak bedelsiz, çok cüzzi bedellerle soya fasulyelerinin gelmiş olmasının, bedava gelen başka sebze tohumlarının falan bu konu ile bir alakası kesinlikle yok... Ya da bir anda ortaya çıkan ilginç hastalıkların, hastalığa sebep olan virüslerin, kene v.s. gibi hayvanların, falan filanın bu konuyla kesinlikle alakası yoktur, kendiliğinden ortaya çıkmıştır onlar diye düşünüyorum, en azından umut ediyorum...

Neyse işte insanlara estetik yaparız, orasıyla burasıyla oynarız da diğerlerine yapmazsak ayıp olur deyip bir girişmişler, giriş o giriş. Bakalım torunlarımıza bu girişimlerin etkisi nasıl olacak, yeterse ömür bekleyip göreceğiz. Ancak şundan eminim ki insan asla akıllanmayacak; zaten insanların yaralarını düzeltip, sıkıntılarını gidermeyi öğrenen ancak devamında bunu ticaret için kullanıp resmen hobi haline, moda haline getiren, atomu parçalamayı bulup, çok ciddi büyüklükte enerji kaynağı bulmuşken bunu ilk bomba olarak kullanan, gen üzerinde yapılan çalışmalarla hastalıklara kısmen çare bulunmuşken, bunu tedaviden öte hastalık mikrobu, virüsü üretmeye kullanan insanoğlunun akıllanmasını beklemek pek de mantıklı gibi durmuyor...


Küçük bir not: GDO(Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar)'dan doğabilecek değişiklikler yukarıda da okuduğunuz gibi en az 3 nesil sonra gözlemlenebiliyor. Bu teknolojinin çıkışını 1973 olarak alırsak şu an hala bu işlemden geçen organizmaların özellikle insanlardaki etkisi hiç bir şekilde bilinmemekte, ve sonucunda nasıl bir etki görülecek uzun yıllar daha soru işareti olarak kalacaktır.

9 Aralık 2008 Salı

Paslanmış Elma Sevmez misiniz?

Bir süredir halk arasında "ff" diye de geçen "friendfeed" semalarında pusuda takılmaktayım. İlginç ve güzel muhabbetler dönmekte bol bol. Geçenlerde yine friendfeed semalarındayken Fikir Atölyesi'nden tanıdığınız Tunç'un şu yazısını okudum. Devamında yazıya özellikle "ff" üzerinde yapılan yorumları takip ettim. Sonrasında ise uzun zamandır kafamda dolanan bir fikir hortladı. Ardından da oturdum aşağıdaki yazıyı yazıverdim. Buyrun;

Hayatında hiç elma yememiş birisini tanıyor musunuz? Şahsen ben tanımıyorum ve zannetmiyorum ki tanıyanınız çıksın. Öyleyse hepimiz bir şekilde bir elmayı elimize alıp diş geçire geçire yemiştir. Benim için 5 - 6 yaş civarlarından itibaren elma yemek bir beslenme eylemi olmaktan çok merak sebebiyeti veren bir eylem olmuştur.
Gelin size de sorayım,

elma yerken ısırdığınız kısımlar neden kahverengimsi olmaya başlar?

Cevabı bilenler vardır mutlaka, ama ben 0 dönemde cevap olarak "ye sen bir şey olmaz" ile yetinmek zorundaydım. Sonra büyüdük ortaokula geldik. Orada öğrendim ki "elma içerisinde bol miktarda demir bulundurduğu için, ısırdığımız kısımları havadaki oksijenle etkileşiyor. Sonucunda da demir oksitlenmiş oluyor ve renk kahverengimsi oluyor." (hatta o kadar ki içinde en fazla demir bulunan gıda elmadır, ıspanakta gram demir yoktur, bunu da lisede öğrendim :P)
Tabi bu cevap benim gibi bir bünyede cevap olmaktan öte daha çok, karın ağrısı birisine dönüşmeme sebep olmuştu.

"Eee yani basbayağı paslanıyor." demiştim.

Haydaaa... düpedüz paslanmış demir yediriyorlar bize desene...
Tabi ben bunu benim gibi merak dürtüsü pek olmayan arkadaşlarıma söylediğim anda ise çoğu bir daha elma yememeyi ve yerlerse paslanmış demir yedikleri için ölebileceklerini düşünmeye, söylemeye başladılar. Aslına bakarsanız düz bir mantıkla bakıldığında gayet haklı görünüyorlar, halis muhlis demir pası yemiş oluyoruz sonuçta.
Neyse sonuçta bu iki demir ve iki pas türü arasındaki farkı anlatıp iknaya uğraştım, bir ortaokul çocuğunun yapabildiği kadar...
Bu gerçeği, yani elmanın aslında paslanıyor olduğunu sokağa çıkıp halka söylediğinizde bir kısmı "hadi oradan salak mısın?", bir kısmı "ya kardeğim manyak mısın ne saçmalıyorsun?", başka bir kısmı ise "yani biz şimdi yıllarca paslanmış elma mı yedik?" deyip devamında "peki ne yapacağız şimdi, ölür müyüz önceki yediklerimizden dolayı?" benzeri cümleler sarfedecektir size. Çünkü hepimiz biliriz ki demir pası insanı öldürebilir, hatta öldürür. Ancak pek çoğumuz bilmez ki demir pek çok farklı yapıda, şekilde hayatımızda, hatta yaşamın temelinde yer alır.
İşte tüm insanlarda bulunan ve vazgeçilmez olan "önyargı" sonucunda bu karmaşa çıkıyor karşımıza. Paslanma eylemi hep kötü ve zararlı konular içinde geçtiği için paslanmayı da tamamen kötü olarak algılarız. Dedim ya Önyargı aslında bu.
Ama buna çok basit bir örnek daha vereyim.
Örneğim "önyargı"nın ta kendisi.
Evet evet, yazının başında bahsettiğim yazıya gelen yorumlarda hep şu mantık vardı: "Önyargılıyız, bu çok kötü bir şey."
Hayır kardeşim gayet de insancıl bir durum, önyargı dediğin şey aslında önfikrin ta kendisi. Yargımız var bir olay ile ilgili, olay olmadan önce. Aslında bir olaya dair aklımızdan geçen hemen her şey birer önyargı. Misal "kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçilmez", işte bu da bir önyargı. Daha önceden duymuşuz, öğrenmişşiz ve kırmızı ışık hakkında bir önyargımız var. Ya da "otobüse, dolmuşa binince parasını vermemiz gerekir." bunu biliriz ve otobüs, dolmuş yaklaştığında paramızı yavaştan hazırlarız...v.s.
Daha da önemli bir örnek aklıma geldi şu anda, "Bu yazıyı daha da uzatırsam, okuyanlara git gide işkence çektirmiş olacağım",
madem öyle, önyargılı olup yazıyı noktalayayım.

Önyargılar üzerine ileride yazacağım 2., 3. yazılarda görüşmek üzere :))

24 Kasım 2008 Pazartesi

Bebekler Doğarken Neden Ağlar???

Lafı dolandırıp sündürmeden, olayın kafanızda bir alt yapısını oluşturmadan direkt konuya gireceğim. Zira zaten zihinlere en azından bir defa da olsa uğramış bir soru bu;

  • Bebekler doğarken neden ağlarlar?
Biliyoruz ki ağlamak, bir sıkıntı üzüntü sonucunda rahatlamak veya rahatsızlığını dile getirmek için herkesin başvurduğu bir yol. Kafanız bir yere çarpar, acısı büyüktür ve istemsiz olarak da olsa ağlamaya başlar, acınızın büyüklüğü ve şiddetini bu yolla dile getirirsiniz. Demek oluyor ki bu doğma işinde bebekler açısından bir rahatsızlık söz konusu.
Biraz da empati ile ve biraz önceki çıkarımımız ışığında bebekler açısından olayların gelişimine bir bakalım:

Kendinizi bir an karanlık bir yerde yatar halde buluyorsunuz öncelikle. Sonra bir bakıyorsunuz ucunun nereye gittiğini kestiremediğiniz bir şey çıkıyor göbeğinizden. Aaaaa!!! o da nesi, o bağdan size yemek memek ne lazımsa geliyor. Yani bir nevi yediğin önünde yemediğin arkanda durumu var. Tek yapmanız gereken keyf içinde yatmak. Arada can sıkıldığında tekme savur sağa sola, sonra keyf yapmaya devam et. Bunlarla birlikte bir taraftan da dışarıdan bir yerlerden sürekli sevgi dolu sözler, anlatılan masallar hikayeler... eee mekan zaten sıcacık, bir de sürekli yatış halindesin, iş yok güç yok, karışan yok, laf eden yok... ekmek elden su gölden varsa yoksa yat uyu, keyfine bak.

İşte hal böyleyken günün birinde yine sağı solu tekmelemece oynarken bir yerden soğuk geldiğini fark ediyorsun. "Nereyi açık bıraktınız kapatın uleynn" diye bir iki tepik daha fazladan atıyorsunuz. Tepikleme fayda etmiyor, üstüne üstlük zarar ziyana sebep oluyor. Bu sefer soğukla birlikte ışık da gelmeye başlamıştır. İşler gittikçe karışır, o kargaşada bir an bir yere doğru çekilmekte olduğunuzu fark edersiniz ve bir anda ne oluyor, ne bitiyor diye olayın şaşkınlığı içinde kalakalırsınız. İşte tam o anda bir tokat hissedersiniz ve anlarsınız ki sizin keyf çattığınız mekanınızdan kapı dışarı edilip, oradaki rahatınızı mumla arayacağınız Dünya denilen yerdesiniz. Haliyle de o tokat sonrasında olaya vakıf olur ve basarsınız çığlığı, başlarsınız zırlamaya, ağlamaya.

Biraz daha etraflıca düşününce, zırlamakta, ağlamakta pek de haksız olmadıklarını söyleyebiliriz, nedersiniz?.. :))

30 Eylül 2008 Salı

Nerede O Eski Ramazanlar? - Bakin Orada Duruyor ya İşte...

Evet evet ya tam orada, sorduğunuz yerde duruyor. Hatta sizi çevrelemiş halde. Hep de oradaydı, bir yere gitmiş değildi. "Bizim zamanımızda", "Vakt-i zamanında" şeklinde başlayarak anlatılan bayramlar aslında hala, tam da aynı yerinde duruyor. Fakat insanın bir numaralı özelliklerinden biri devrede olduğu için bu şekilde girişleri olan cümleleri bayramlarda sürekli duyuyoruz, söylüyoruz. Bu üstün özelliğimiz gereği olumsuz bir durum oldu mu hemen ilk iş kendimizi olaydan ayırır dışında tutarız. "Olayın asıl sorumlusu şu", "Aslında tamamen bu yüzden" falan filan... Bu sebep bulmacalar uzar gider her defasında ama ne hikmetse hep sanki birisi bize gelip şöyle bir olay var sebebi nedir diye sormuş gibi çıkan sonuçlarin bir tanesinde bile kendimiz rol almayız. Alsak da başrol bize düşmez hiç. Duyarsınız, görürsünüz hep televizyonda bayram programlarında, "Eskiden şöyle güzel programlar yayınlanırdı televizyonlarda" ve benzeri sözleri. Eee kardeşim tamam güzel diyorsun da o programı yap biz de izleyelim. Televizyonda program yapıyorsun elinde içeriği ve formatı düzenleme imkanı var; "heey gidi" diyeceğine, saçma sapan konuklar ya da içerikler sunacağına yap o dediğin programı, eski bayramlar için sen üzerine düşeni yapmış ol gerisi bize kalsın...

"Ama öyle yaparsam da izlenme oranı düşüyor, reklam geliri azalıyor...v.s."

Şu olay aklıma geldi bakın;

"Diyojen bir gün İskender'le birlikte iken İskender:
- Dünyaya tekrar gelme şansım olsaydı Diyojen olmak isterdim, der.
Diyojen'se:
- Neden dünyaya yeniden gelmeyi bekliyorsun, şimdi ol, diye karşılık verdi.
İskender:
- Ama henüz fethetmem gereken yeni ülkeler var, dedi."

"Heey gidi hey, eskiden bayramlarda tek tek büyüklere ziyarete gidilir, bayramlaşılırdı. Şimdi kapı komşusuna bile gitmiyor insanlar."

Eee sana gelen yoksa durma sen git büyüklerine, olmadı küçüklerine. Ya da çık kapıdan yan dairenle başla ziyaretlere. Tanımıyorsak da tanışmış olunur. Ne kaybedilir? Zaman? Onu zaten evde yatarak kaybediyoruz, pek bir değişiklik olmaz. Ancak kazancın olma ihtimali çok yüksek.

Her yıl bana cidden gına getirir, herkesin ağzında sakız olur bu konu. "Eski zamanda şu vardı bu zamanda şu yok." Tamam işte sen yine yapmaya devam et ki, aynısı olmasa da ucundan kıyısından benzeri olsun bir şekilde.

Kısaca başta da dediğim gibi olayları sanki uzaydan gelmişiz gibi kendimizden soyutlayarak değil de, tam aksine olabildiğince kendimizi de içine katarak değerlendirirsek ve bizzat çaba sarfedersek illa bir gün karşımızdakilerin de farkına varmasını sağlayabiliriz. Haa şunu da diyeyim bu kadar asıp kesiyorum ama ben de bunu yapabiliyorum diyemem, ama en azından deniyorum. Sizde en azından "şöyle yapılmıyor, böyle edilmiyor" demek yerine kendiniz yapmaya çalışın, deneyin.

Hıncal Uluç'un şu anısı ile bitireyim:

"Londra'da bir arkadaşımla sabah erkenden saat kulesinin karşısında bir cafede buluşacaktım. Saat kulesinin oraya geldim fakat yeri bulamadım. Biraz da geç kalmışlığın telaşı vardı. O telaşla saat kulesinin karşısında ayakkabı boyayan yaşlı bir adama yanaştım: -Şu şu cafe nerede acaba? Adam kafasını kaldırdı ve gülümseyerek: - Size de günaydın!!!, dedi"


meraklı not: Şu sıralar yeniden yazmaya başladım görüldüğü üzere ancak eleştirimsi şeyler yazıyorum. Eğlenceli ve farklı içerikli yazıları da yazarım ama hele dökeyim içimdekileri gerisi gelir artık, en azından öyle umuyorum :P :P

28 Eylül 2008 Pazar

Hayvanlardan Üstünüz Zira Düşünebiliyoruz, Eee Düşünüyoruz da Ne Oluyor??

Geçtiğimiz yıl kasım ayında başlamıştı aslında bu merakım, ardından da bundan hemen önceki yazım sayesinde yine depreşti. Hatta İraden mi Var, Derdin Var başlıklı yazımda da değinmiştim bu konuya. Hep denir, "İnsan ırkı hayvanlardan daha üstündür, zira insanlar düşünebilen, iradesi olan varlıklardır..." Eeee tamam da kardeşim düşündük de ne oldu?? bu güne kadar elimize ne geçti?? Belki de biz kendimizi avutuyoruz," biz daha üstünüz "düşünebiliyorum, kim ne karışır istediğimi yaparım" diyerek, belki de hayvanlar da kendi içlerinden "Ohhh hayat şahane, dert yooook tasa yok, av bulursam tokum bulamazsam açım, aha bir bu var." diyorlardır.
Cidden düşünüyoruz da ne oluyor, başımız göğe mi eriyor? Yoo, göğe ermemesi bir yana daha beter oluyor. Kaşınıp durmuşuz hep, hala da öyle.
Başlangıçta ağaç kovuğunda falan yaşamış, ne bulursa avlamış yemiş insan. Ne güzelmiş işte. Zamanla gitmiş mağarada yaşamaya başlamış, avlanmayı kolaylaştırmak için taştan sopadan silah yapmaya başlamış. Her şey hala güllük gülistanlıkken, bulduğu hayvanı avlayıp yerken, bulamazsa oturup beklerken yetmemiş ateşi bulmuş. Maden falan işlemeye başlamış. Yahu yeter daha ne gerek var fazlasına dememiş, tarım yapmış. Eee tabi haliyle de mağara paylaşamamak, av yerleri falan sorun olmaya başlamış ve insanlar sürtüşmelere başlamış. Eee yetmemiş daha da kaşınmış o devirdekiler gitmiş ticaret yapmışlar. Üstüne bir de gidip parayı bulmuşlar, yazıyı bulmuşlar... Ohooo zaten senin tarla benim tarla senin ev benim ev sürtüşmeleri git gide senin köy benim köy, senin devlet benim devlete dönmüş. Sürekli bir şeyler bulunmuş, gitmiş adamın biri (arşimet de denebilir) kaldırma kuvveti diye bir şey bulmuş, karalar yetmemiş denizlere de el atılmış. Ülkeler oluşmuş biri demiş "ben güçlüyüm, şöyleyim böyleyim kralım laynn", "buyur istediğin bir krallık olsun" demişler. Kimisi de demiş "Hayır kral benim",bendim sendin derken almış başını gitmiş savaşlar. Bir yandan paraydı puldu, ticaretti şuydu buydu derken parasızlık diye bir kavram iyice belirmiş. Beraberinde açlık, sefalet, yoksulluk gelmiş. Buna zıt olarak da zenginlik, varlık, lüks de gelmiş. Bu ikisi birden olur da hırsızlık, eşkıyalık, dolandırıcılık şu bu eksik olur mu? Cık, olmaz. Neyse zaman ilerlemiş gitmiş barut diye bir şey çıkmış meydana. Getirin şundan savaşta yararlanalım belki fayda sağlar demişler, ohooo bir de bakmışlar "dadından yinmiyo" (bunu iyiye mi kötüye mi yorarsınız size kalmış ). Yetmemiş, madem koca koca gülleleri bu barut denilen zımbırtıyla fırlatabiliyoruz, ufacık bilyeleri rahat rahat fırlarırız, bir de böyle deneyelim deyip tüfek diye bir şey çıkmış. Sonra ulan rahat batıyor gidip şu dünyayı bir tur atıp geleyim denmiş ve yolda yeni bir kıtaya rast gelinmiş. Eee madem geldik ayak üstü sömürüvermeden gitmek ayıp olur diyerek yeni kıtaya el atıvermişler. Hazır başlamışken başka taraflarda da bulduğun yeri sömürüver yarışı başlamış. Orada da anlaşılamamış; "sen çok sömürdün accık da bana vir bakem" denilince olan olmuş. Sonrasında girivermişler birbirine kim var kim yoksa. Neyse bitirelim az mola verelim denilmiş, sonra mola bitince ikinci kez girmiş dünya birbirine. Bu arada kasap et derdinde koyun can derdinde, dünya birbiriyle şakalaşadururken adamın biri gelip demiş, "ben bir halt yedim, orasıyla burasıyla oynarken parçalayıvermişim şunu, siz bir baksanız, bir şeyler oluyor buna" demiş. Bakmışlar barut falan hikaye atomu kurcalayıp parçalamak şahane, biraz serpiştirmişler atomdan buldukları bir iki yere. Sonra yeter yorulduk herkes evine dağılsın denilmiş. Eve dağılınca elde avuçta olan şeyleri kurcalamaya başlamışlar. En başta da insanı. Bakmışlar gen diye bir şey var baya da şekilli mekilli bir şey, biz bunu bir kurcalayalım demişler. Orasını burasını kurcalarken bir de bakmışlar meğer baruta, atoma hiç gerek yokmuş genleri kurcalamak daha temiz sonuç veriyormuş.
Hem arkasında iz de bırakmıyor, sorun da olmaz işte. Ayrıca bakalım işe yarayacak şeyler de yapabiliriz belki deyip sadece baruta alternatif için değil insanlara fayda için de kurcalamışlar. Ama bakmışlar denemek lazım, deneye deneye yapmak en güzeli uygulayalım bakalım insanlara hayvanlara demişler. Yol yordam da ayarlamışlar, biraz toz olarak yayarız mektuplara şuna buna koyup, yedikleri şeylerle yayarız olmadı keneydi şunla bunla yayar deneriz, diye düşünmüşler. Başlamışlar yaymaya, deneme yanılmaca oynamaya. Bunlar olurken bir de dur şu üstünde yatıp kalktığımız taş toprak nasıl oluştu, nereden çıktı geldi bir de onu kurcalayalım, getir kafa kafaya tokuşturuverelim şu atom denilen şeyleri, diyerek kolları sıvadılar yakın zamanda. Hoş sıvadıklarıyla da kaldılar şimdilik 2-3 ay daha.
Neyse hepsi bir yana, bu kadar şey oldu bitti de ne geçti elimize? ya da Ne geçecek? Bence kocaman hiç!!! yahu zaten şunun şurasında 100 - 105 yıl anca yaşarım (bizim sülale de en erken ölen kişi dedemmiş, o da 96 yaşında ölmüştü, ablasının biri 104 biri 106 yaşında veda etti buralara, o sebeple 100 ü bulursam şaşırmam :P) ağaç kovuğunda yaşasak, avlanarak yaşasak falan fena mı olurdu? Tertemiz hava, para derdi yok okul derdi, iş güç yok, küresel ısınma falan nedir bilmiyoruz, bilgisayar, bilgi alışverişi gibi şeyler yok, düşünün politikacılar bile yok, hatta siyaset diye bir şey hiç yok... Basit bir hayat, güçlüysen varsın zayıfsan yoksun, bitti bu kadar basit :P
Cidden bakıyorum da, ne kazandık bu kadar gelişerek? Ne işe yaradı?... İyiki zamanında Hindistanda "0"(sıfır) bulunmuş da bu sayede şimdi bu soruya verebilecek bir yanıt bulabiliyorum :))

not: Bu yazılanları karamsarlık, kötümserlik ürünü şeyler olarak görerek okumanızı tavsiye etmiyoruz. Farklı yaklaşımlar ile okumanız tavsiye olunur :P

18 Eylül 2008 Perşembe

Uzun Zaman Geçti, Peki ama Zaman Nedir?

Son yazımdan bu yana, aslına bakarsanız adam akıllı yazdığım dönemden bu yana bir hayli zaman geçmiş. Bu sırada tema yapmaya da başlamıştım ki yarıda bıraktım. Ondan bundan şundan dolayıydı ve kısa süre önce, en iyisi bir çeki düzen, kabaca da olsa, vereyim ve artık döneyim dedim. Zira dedim ya "Uzum Zaman" geçmiş. Tamam ama uzun derken neyi kastediyorum acaba? Hani derler ya "Neye göre, kime göre?". İşte az önce başka bir yazı yazmaya başlamıştım ki bu durum aklıma takıldı. Uzun zaman, kısa zaman, saatler, dakikalar...
Zaman kavramının bilimsel tanımını düşününce işler daha da karıştı. Zira ünlü bir fizikçi olan Julian Barbour zamanın tarifini şöyle yapıyor;
"Zaman eşyaların pozisyonlarını değiştirme ölçüsünden başka bir şey değil. Bir sarkaç sallanır, saatin kolları ilerler."
Yani kısaca, zaman aslında sadece hafızamızdan doğan bir kavram demeye getiriyor. Güneşe bakıyoruz, bir süre sonra bir daha bakıyoruz ve yer değiştirmesi oranında bir kıyas yapıp, şu kadar zaman geçti diyoruz. Bir Fizyolog olan Dr. Faik Özdengül ise şu şekilde genişletiyor konuyu:
"Örneğin lise mezuniyet töreni insanın hafızasındaki bir bilgidir. İnsan, o lise töreninden itibaren hafızasındaki diğer bilgileri de içinde yaşamakta olduğu an ile kıyaslayınca zaman algısını elde eder ve hafızasındaki bilgiler doğrultusunda uzunluk ya da kısalığı tayin eder. Oysa bu uzunluk ya da kısalık tamamen beyinde oluşan ve kıyasdan kaynaklanan bir histir."
Sonuçta fark ediyoruz ki zaman sadece bizden türeyen bir kavram. Kıyas yapmayı bıraktığımız anda ise ortadan kaybolacak bir şey. Sonra mı? Balıklar misali anı yaşamak kalıyor.

Hangisi doğru? İnsanlara sorarsak, tabi ki biz, balıklara sorsak eminim ki onlar da "Balıklar" diyecektir.
Peki farz edelim hafızamız olmasaydı ve anlık hayat yaşıyor olsaydık, o zaman ne olacaktı?
Tabi ki ne zaman ne saat, vakit kavramımız olmayacaktı. Bunu düşününce direkt aklıma şu geldi;
Akşam hava kararınca yattınız, 1 saat geçti uyandınız. Etrafınıza bakındınız, sanki saatlerdir uyuyorsunuz, ama saate bakınca anlarsınız ki uyuduğunuz süre sadece 1 saattir.
İşte uykunuzda bilinciniz, hafızanız kısmen kapalı olduğu için haliyle uyanınca uyuduğu andan o ana kadar geçen süreyi sadece tahmin etmeye çalışabiliyor.
Yani özetle zaman diye bir şey yok aslında ve bu sadece bizim kafamızdan uydurduğumuz bir kavram.
"Yok hayır yanlışsın" mı diyorsunuz? Yanılıyorsunuz. Bakın fark ettiniz mi, aslında "Doğru" ve "Yanlış" da "zaman" gibi sadece beynimizde yapılan bir kıyasın sonucu değil mi?
Güçlü gözlemleri olan bir arkadaşımın şu yaklaşımı güzel bir bakış açısı: "Aslında ne doğru ne de yanlış vardır, sadece yapılmış olanlar vardır..."
Sonuç olarak aslında son yazımın üzerinden uzun bir zaman geçmedi, tam aksine az evel yazmışım. İtirazı olan? :))))

3 Temmuz 2008 Perşembe

Başarısızlık Öykülerini Merak Ettim de...

Uzun zamandır kafamda dolanıp duruyor, Neden hep örnek olarak başarı öyküleri gösterilir? Yıllarca hep "Şunu şunu şöyle yaparsan kazanırsın", "Bunları böyle yaparsan kaybetmen imkansız", "Ben bunu bunu yaptım kazandım" dediler durdular, kişisel gelişim amaçlı hep bunu bunu yap kazna denildi. Peki neden "Bak bunu bunu yaptığında kaybedersin", "Şu şu olduğunda eğer böyle yaparsan kesin bittin" şeklinde kötüden yola çıkan yok? İyi şeyler için tek bir alternatif sunmak yerine, "Kötü olan bu bu budur, bunları yapma da ne yaparsan yap" diye neden denmez? Kaybedenler neden tecrübelerini bizimle paylaşmadı? Neden kaybedenlerin fikirlerine gerekli önem verilmedi de hep kazananların yolu soruldu.
Yahu kardeşim bana ne sen nasıl o kadar zengin oldun, senin gittiğin yolun aynısını gitme şansım artık yok ki. O yolu sen kullanmışsın zaten. Misal "Coca Cola" firmasının sahibinin başarı öyküsünden bana ne? Ne işime yarayacak ki. Yok markaya veya izlediği politikaya karşı olduğumdan falan değil, adamın izlediği yoldan dolayı bunu diyorum. Zira "Coca Cola" ilk olarak hazımsızlığı giderici bir şurup olarak yapılmış bir karışım. Daha sonraları lezzetli olduğu için yayılmaya başlamış ve bu güne gelinmiş. Eee şimdi ben "Coca Cola"nın çıkış öyküsünü model alıp, hemen gidip hazımsızlık için ilaç yapmaya bir de onu lezzetli kılmaya mı çalışayım?
Yok yok dediğim gibi başarılar yerine başarısızlıklar anlatılsa, başarısız olmuş olanlar çıkarılsa Televizyonlara şunu şunu yaptı trilyonluk serveti bir anda bitti diye, biz de bunlardan ders alsak fena mı olur. Biri çıksa "Bakın ben şöyle şöyle mallık ettim, siz benim gibi salaklık etmeyin şöyle şöyle yapmayın" dese eminim daha faydalı olur. Mesela 1992 yılında ya da o civarda bir zamanda yılbaşında Büyük ikramiye kazanan birisi 2-3 yıl önce gazetede okuduğuma göre işsiz ve aç halde geziyormuş ve tonla borcu varmış. Mesela çıkarsınlar bu adamı televizyona biz de ders alalım :P
Ama neredeee... Hep olagelen şudur ki; birisi başarılı olur, bir başkası da aynı konuda başarısız. Çıkar gideriz hemen başarılı olana "Nasıl başarılı oldun" diye sorarız, başarısının sırıını merak ederiz. Yahu ne gereği var, o adam kendisince bir yolda gitmiş başarılı olmuş, daha o yolu kullanmaya ne gerek var. Halbu ki gidip başarısız a sorsak desek ki "Sen neler yaptın, nasıl bir yoldan ilerledin (ya da ilerleyemedin :P)", verdiği cevaplardan yola çıkıp yapmamak gereken şeyleri öğrensek fena mı olur. Başarı yüzdesi bence ikinci yolda daha yüksek olur. Hem bu sayede yep yenibir yol ile çok daha büyük başarılar kazanabiliriz değil mi ama? Ama işte kim uğraşacak yeni bir yol bulmaya çalışmakla, yeni bir şey üretmekle, yanlışları değerlendirip doğruyu, en iyiyi bulmaya çalışmakla...
En iyisi Cem YILMAZ'ın "1 Tat 1 Doku" serisinde dediği gibi "Burada yapılmışı var" deyip, birilerinin peşinden sürü misali gidip başarılı olmaya çalışmak. (mı acaba?)

22 Nisan 2008 Salı

"İnsan Dediğin Hamur Misali" Demiştik...

"İnsan Dediğin Hamur Misali" demiştim ve size atmıştım topu uzun bir süre önce, sizin yaklaşımlarınız nasıl olacak diyerek. Çeşitli yaklaşımlar geldi ki çok da güzel fikirlerdi hepsi, paylaşanlara teşekkür ediyorum. Tamam artık sıra bende :P Kuyuya attığım taşı çıkartma vakti diyebiliriz :P
Geçenlerde annem misafirlerine yapacağı şeyler için hamur yoğururken sohbet geçti aramızda "Eskiden şöyleydi, böyleydi" diyerek. Odama geldiğimde ise bir şey aklmda beliriverdi. Sonrasında ise şöyle bir yazı yazmışım;
"Hatırlar mısınız eskiden fırınlarda kilo ile hamur satarlardı. Bilmiyorum hiç denk geldiniz mi 10 - 15 sene öncesinde vardı. Belki de hala vardır, belki de sadece Dikmen(Ankara)'deki fırınlarda vardı, bilemiyorum. Ama benim yolum çok sık düşerdi hamur almak için fırınlara. Annemin ya da Teyzelerimden birinin misafiri gelecektir, acelesi vardır, Ömer(ki bu bizzat kendim oluyorum) bir koşu fırına gider alır gelirdi. Kimi zaman börek yapılırdı, kimi zaman poğaça, kimi zaman ekmek v.s.... O aldığımız hamur şekilden şekile, türden türe giriyordu. Kimi zaman biraz un katıp katılaştırılıyor, kimi zaman su katıp hafif gevşetiliyor, kısaca uygun görülen, olması gerektiği düşünülen şekile getiriliyordu.
Şöyle biraz düşününce insanın hayatı, kişliği falan da aynen bu süreçlerden geçiyor. Undan olmasa da anneden ve babadan yoğurularak geliyoruz bu hayata ve bilincimiz, irademiz oluşuncaya kadar yoğuruluyoruz aile ve çevre tarafından. Kendi seçimlerimizi yapıp, kararlarımızı almaya başladığımızda bakıyoruz kendimize ve gerekli gördüğümüz değişiklikler yapmaya başlıyoruz. Tıpkı annemin ya da teyzemin hamuru uygun görmeyip sulandırması ya da katılaştırması gibi. Fırındakiler hamuru en genel haliyle yoğururlardı. Zira misal hamurdan tuzu çıkartmak imkansız ya da çok zahmet isteyecek bir şeydir, ama tuzsuz hamura yeteri kadar tuz eklemek kolaydır. Aile de böyle yoğurur çocuğun kişiliğini. Çocuk genel vasıflarını edinir, ileride de kendisine has vasıfları kendisi edinir, tuzunu, kıvamını kendisi ayarlar bir nevi. Nasıl herkes hamurun kıvamını doğru tutturamıyorsa, herkesin yaptığı kekin, pastanın tadı lezzeti ayrı oluyorsa, kimisinin yaptığı mükemmel lezzetli kimisininki ise yenilemeyecek kadar kötü bir tatta oluyorsa, kişinin hayatı da kişinin tercihleri ve kararları doğrultusunda aynen böyle iyi ya da kötü yöne gidebiliyor.
Aman siz siz olun ne hamuru güzelce kıvamına getirmeden pasta börek yapmaya çalışın, ne de çocuklarınıza karşı üzerinize düşen, onları yoğurma görevini yerine getirmeyi ihmal edin. Tabi her şeyin yerinde ve zamanında olması gerektiğini ve her şeyin fazlasının zarar olduğunu unutmadan (((:

Bu bir bakış açısıydı ve daha önce size sorduğumda gelen fikirlerin yanında pek bir yavan kalmış durumda. Uzun zamandır bir kaç noktası içime sinmediği için bekliyordu bu yazı ama neyse deyip yayınladım (((:

18 Mart 2008 Salı

İnsan Dediğin Hamur Misali...

"İnsan dediğimiz varlık hamur misali..."

Böyle bir başlık atıp bir yazı yazdım, ancak tam yayınlayacakken "acaba gelen giden, okuyanlar nasıl bir bağlantı kuracak, ne açıdan benzetecek?" diye Merak Ettim De ((:
Cuma günü ya da Cumartesi sabaha kadar bakalım fikir sunacak olan olacak mı, olursa nasıl olacak cidden merak ettim ((:

12 Mart 2008 Çarşamba

Psikopat Öğretmen Modeli...

Son bir kaç haftadır yine sessizliğe bürünmüş durumdayım. Bu sefer ise bahanem "Uzun zamandır çalışmadığım kadar sıkı ders çalışmak." Hoş çok uzun zamandır hiç ders çalışmıyor olduğumu düşünürsek az miktarda çalışmak bile bana göre çok sıkı çalışmakla özdeş oluyor, ama neyse :P Aslında bol miktarda yazı yazdım şu ara ama geneli ciddi ve eleştirisel yazılar olduğu için yayınlamak istemiyorum henüz. O yazıları mümkün oldukça eğlenceli yazıların arasına sıkıştıracağım, tabi eğlenceli yazılar ne sıklıkla yazarım o da ayrı bir husus :P Sonuç olarak eski yazılarımı şöyle gözden geçirirken yarım bıraktığım serileri toparlayım diye düşünüp, Lise maceralarımla ilgili 3. ve uzun bir süre için (lise anılarıma dair yazılarım için) sonuncu yazımı yazayım da aradan çıksın dedim.
Şu ve Bu y
yazılarımdan sonra kopya çektirmemek adına üretkenliğin sınırlarını abartan "Öğretmen Görünümlü Psikopat Varlık" nasıl olur, okuyup görelim;
Önceki iki yazımda bahsettiğim şekildeki ve daha pek çok sınavlara yönelik organizasyonlarımız öğretmenlerimizi çeşitli fikir arayışlarına itti. Ancak her durumda destek organizasyonlarımızı devam ettirmekten alıkoyamadılar. Ta ki Fizik öğretmenimizin yeni keşfi ile karşılaşıncaya kadar. İşte bir insanın azmedince nasıl "Psikopat" olabildiğini gösterdiği için kendisini o dönemde çok güzel(!) ve nadide(!) sözler eşliğinde Takdir Ettik(!). Yeni buluşu olan sistem şöyleydi;
- Okulda her dönemde 4 şube,(zaten eşit ağırlık ya da sözel seçebilme şansımız yoktu) toplamda 12 şube, her şubede de en fazla 24 kişi vardı. Tüm dönemlerin gireceği sınavlar hep aynı gün ve saate denk getirilirdi. Yani o gün o saatte kimi sınıfın Kimya, kimi sınıfın Matematik, kimi sınıfın Tarih sınavı olurdu. Bunlar bir yana asıl olay, Tüm sınıflar sınav anında her şubeden sadece 2 kişi aynı sınıfa düşecek şekilde karıştırılırdı. Bu karıştırma sonunda sınav anında her sınıftaki 24 kişi içinde, aynı şubeden 2, aynı dönemden sadece 8 kişi olmuş olurdu. Yazılılarda A ve B grubu olurdu, testlerde ise daha canileşip A, B, C, D yapılırdı. Haliyle yazılılarda her sınıfta sadece 4 kişinin kağıdındaki sorular aynı olurdu. Testlerde ise koca sınıfta sadece siz ve sınıfın diğer ucundaki kişinin aynı kağıda sahip olması gibi bir çile, işkence, söz konusu olmuştu. Bunlar da yetmezmiş gibi standart bir oturma planı yapılmıştı. BKZ: Alttaki Şekil



Eeee hal böyle olunca bize de bu sistemin çarkları olan hocalarımıza, özellikle de sistemin babası olan Fizikçimize sözlü olarak "Saygılarımızı"(!)(tabi ki içimizden :P) sunmak seçeneği kalmıştı.
Ancak bu tazecik sınav sistemi dönem sonunda kaldırıldı. Yok yok öğrenciye acıdıkları, işkence yapmayı bırakmak istemelerinden dolayı falan değil, "afallama" ve olayı idrak etme sürecimizin kısa sürmesi ve sonrasında sisteme adaptasyonumuz verimli bir şekilde gerçekleşmesi sebebiyle kaldırıldı. Kısaca artık sistem "yalan olmuştu" :) Çözümümüzün temelin de bu sefer de dönemler arası dayanışma vardı.Yanınızda oturan üst dönem sizin sorularınızı gözü kapalı çözebildiği için size sınavda "destek" (kopya değil kesinlikle) olup sorularınızı çözüveriyordu. Alt dönemse ihtiyaç duyduğunuz formüller, konular hususunda üst dönem abilerine yardımcı oluyordu. Bu dayanışma sisteminden en az faydayı, sorularını çözüverecek bir üst dlönemleri olmadığı için, "Son Sınıflar" görüyordu. (Neyse onlar da yemekhane sırasında 3-2-1- prensibi gereği en önde oluyorlardı, ona saysınlar :P)
İşte ara ara psikopatlaşmama, psikopatça mantıklar kurmama sebep olan hocaların bizi bu hale nasıl soktuklarına sadece bir örnek, ki su tabancasıyla sabahları oda oda gezip bizi uyandıran hocalar falan daha neler neler. Onları da ilerde bir gün anlatırız artık :P
Dikkat: Yukarıdaki bilgiler öğretmen olan okuyucularımızın feyz alıp bu tip öğrenci desteğini engelleyici faaliyetlere girmemeleri yönünde tavsiye amacıyla yazılmıştır. Aksi durumlarda, yani "Aaaa iyiymiş uygulayalım bunu okulda"gibi düşünceye kapılanlar hakkında gerekli işlem yapılacaktır.
Gereğini bilgilerinize saygılarımla arz ederim. :P

25 Şubat 2008 Pazartesi

Blograzzi Kıyağı ve Haftanın Arşivden Seçme Yazısı...

Öncelikle Blograzzi de "Günün Blogu" olmuşum, Oskar gecesinin bereketi bana vurmuş, az önce öğrendim pek sevindim sağolsunlar varolsunlar :P
Blograzzi ekibinin seçmiş olması sebebiyle hiç bir şeyden dolayı şahsen sorumluluk kabul etmiyorum bilinsin.
"Biz geldik günün blogu olmuşsunuz diye ama saçma sapan bir yer olmuş hiç de layık değilmişsiniz" diyecek olan olursa, ben masumum deyip suçu Blograzziye atarım, satarım acımam :P
Tekrardan sağolsun Blograzzi, bunu saymayız bir daha isteriz...

Gecenin ikinci mevzusu da, bu haftaki arşivden seçimim "Küresel Isınma ve Et Kıtlığı Tehlikesi" yazım oldu, bunu da belirtivereyim (((:

22 Şubat 2008 Cuma

Neden Yere Düşeriz???

Neden yere düştüğümüzü küçükken ara ara merak ederdim. Yani ayakta ne güzel gayet rahatız, yerde ne işimiz vardı ki?? Daha doğrusu yere doğru bizi çeken görünmeyen ipler mi vardı, ama her taşa, toprağa, suya, hayvana, insana bağlı görünmeyen bir ipin olması o yaşta bile saçma geliyordu. O yaş dediğim 5 - 6 civarı. Daha sonradan okula başladım, kafam farklı şeylerle meşgul oldukça bu "Düşme Mevzusu"nu unutmuş gitmiştim. Sonraları Newton, yerçekimi falan öğrendik ama onlar işin bilim kısmıydı. Bir gaye olmalı dedim durdum bu sefer de Lise dönemimde. Ta ki Üniversiteye gelip bir büyüğümle yaptığım bir sohbete kadar. Konuşma sırasında alelade bir söz ve teselli manasıyla bir arkadaşa uzun yıllardır merak ettiğim sorunun cevabını veriverdi;
"Ayağa kalkabilmek için öncelikle düşmek gerekir"
Bu sözü duyduğumdaki sevincime ne arkadaşım ne de büyüğüm anlam verebildi, ama o anda ben çok kimseye ıvır zıvır, saçmalık olarak gelen bir duruma anlam vermiştim. Zira olay sadece düşmek ve kalkmakla alakalı değildi. Evet 5 - 6 yaşımdaki merakım sadece Düşmek ve Kalkmak üzerineydi, ama lise ve sonrasında asıl mevzu yapılan hatalar, yanlışlar ve bu yanlışların telafisine karşılık geliyordu. Yani artık "Neden düşeriz?" sorusu "Neden yanlış yaparız?, Neden hata ederiz?" e dönüşmüştü. Ve işte cevabı karşımdaydı;
"Ayağa kalkabilmek için" yani doğru olanı görebilmek, yapabilmek için önce yanlışı görmek, gördükten sonra da doğruya yönelmek asıl önemli olan. Daha pek çok mana barındırıyor aslında bu yere düşme konusu ama uzattım yeterince daha fazlası tadını kaçırır konunuz ((:
Az önce bir alttaki Satranç ve Eskimeyen Bir Ders yazısında ufak oynamalar yaparken aklıma bir anda geldi bu yazı, daha güzel bir yazı olabilirdi belki ama kafam şu an ancak bu kadar basabildi, idare ediverin (((:

Satranç ve Eskimeyecek Bir Ders

Yaklaşık 2 ay önce bir yazı yazmıştım ve taslak olarak kaydedip, ileride yayınlarım diye bırakmıştım. Ancak 1 - 2 saat önce nihayetinde Ankara'ya döner dönmez maillerimi kurcalarken Pınar'ın yolladığı bir mailde yazdığım yazıdaki hikayeyle karşılaşınca geciktirmeden yazıyı yayınlamanın güzel olacağını düşündüm, Pınar fark etmeden verdiğin GAZ :P için teşekkürler (((:
"M.S. 570 - 600 yılları civarında Hindistan'da bir Brahman rahip dönemin Şah'ına ders vermek amacıyla Şah'dan, Vezir'den, Kaleler'den, Filler'den, Atlar'dan ve Askerler'den oluşan bir oyun yapıp "sen ne kadar önemli biri olursan ol, adamların askerlerin olmadan, hiç bir işe yaramazsın, hiç bir önemli iş yapamazsın" demek istemiş. Şah durumdan memnun "Peki, oyununu ve dersini beğendim, dile benden ne dilersen" demiş. Rahip, Şah'ın bu sözünün üzerine alması gereken dersi almadığını düşünerek, "bir miktar buğday istiyorum" demiş. "Sana bulduğum bu oyunun birinci karesi için bir buğday istiyorum. İkinci karesi için iki buğday, üçüncü karesi için Dört buğday istiyorum. Böylece her karede bir önceki karede aldığım buğdayın iki misli buğday istiyorum. Sadece bu kadarcık buğday istiyorum." demiş Şah, kendisi gibi yüce ve kudretli bir şahtan isteye isteye üç beş tane buğday isteyen bir rahibin, küstahlığa varan alçakgönüllülüğüne sinirlenmiş ve ona ders vermek için "Hesaplayın. Hak ettiğinden bir tane fazla buğday vermeyin" demiş.
Hesaplama başlanır. Her şey gayet yolundaymış. Zira 64 karelik bir tahta var ve 10. kareye gelindiğinde henüz daha 1023 buğday yani yaklaşık 1 avuç buğday ediyordu. 15. karede ise topu topu 1.5 kilo buğday etmişti toplam verilmesi gereken miktar. Hesap hep böyle gidecek diye düşünülüyor rahibin bu hesap sonunda 5-10 kilo buğdayını ve de dersini alıp gideceği düşünülürken hesaplar biraz ciddileşmeye başlamış. 25. karede toplam miktar 1.5 Ton olmuş. 31. karede ise durum şakası olmaz bir hal almış, çünkü miktar 92 ton olmuş. 49. karede ise 24 milyon Ton'a ulaşmış, ki bu Türkiyenin yıllık buğday üretiminden çok daha fazlası demek oluyor. 54. karede ise Dünyanın bu günkü ölçülerle yıllık üretimi kadar buğday yani 771 milyon Ton a gelinmiş. Ve sonuçta 64. kareye gelindiğinde Rahibe bu günkü ölçülerle Dünyanın 1500 yıllık buğday üretiminin verilmesi gerektiği ortaya çıkmış."
İşte Satranç oyununun çıkışına yönelik rivayetlerden birinden bu şekilde bahsediyor Sinan Sertöz Matematiğin Aydınlık Dünyası adlı kitabında. 6 yaşımdan beri gerek kişisel, gerek resmi yollarla samimi bir tanışıklığımın olduğu ( :P ) bu oyunun bu kadar önemli ve etkileyici bir dersi de içinde barındırdığı hiç aklımdan geçmezdi. Yıllar önce bu hikayeyi okuduğumda "Ulen şu Rahip gibi kafamız çalışsa ah keşke" demiştim. Hala da derim ((: Ama artık bununla birlikte "Sonuçlarını gerektiği kadar düşünmeden attığımız adımların, hiç beklemediğimiz şeylere sebep olabileceğini" de düşünür oldum. Bu çok sık yaptığımız bir şey. Ancak malesef her zaman ödenen bedel Buğday olmayabiliyor...
Şah'ın yaptığı gibi
düşünmeden, kafa yormadan, kolay yolu seçip görüntüde ne varsa ona göre yorum yapıyor, kendimizce "Güya" ceza veriyoruz "Hesaplayın. Hak ettiğinden bir tane fazla buğday vermeyin" diyerek, yahut yine Şah'ın yaptığı gibi "Kudretimizin her şeye yettiğini düşünüp", kendi (Kıt) bilgilerimiz ışığında(!) "dile benden ne dilersen" diyoruz. Ama düşünmüyoruz ki "Hak ettiğinden bir tane fazla buğday vermeyin" deyip ceza(!) veren Şah da, benzer fikirlere kapılan bizler de malesef bu anlık, düşünmeden sarf edilen sözler, davranışlar ile bindiğimiz dalı kestiğimizi görmüyor "Ağacı" keserek ona ceza verdiğimizi sanmakla avunaduruyoruz...
Satranç düşünce oyunudur, düşünmeden oynanmaz. Zira hamle yapıp elinizi taştan çektiğiniz anda o hamlenin geri dönüşü yoktur. En değer verdiğiniz taşınızı yanlış gördüğünüz bir hamle sonucu boşa harcarsanız, o taşın geri size gelmesi çok zordur, ancak ve ancak çok doğru ve akıllı hamleler sonucu mümkün olabilir. Satranç hayatın maddeleştirilmiş halidir benim gözümde, o sebeple tıpkı satrançdaki gibi "Hayatınızda da adımlarımızı düşünerek, tartarak atmalıyız. Zira hayatınızda sahip olduğunuz ve çok değerli olan kişileri kaybetmeniz kaçınılmaz olabilir..."
Her insan hata yapar, Satrançta da Hayatta da, ama asıl nokta devamındaki hamlelerinizin, adımlarınızın bu hatanızı telafi edebilmenizi sağlatabilecek kadar iyi olmasıdır...

16 Şubat 2008 Cumartesi

Merak Ettim de Nasıl Yazılıyor Bu Kelimeler - 2...

Hemen altta bahsettiğim o işler arasında boş da durmamaya çalıştım. Aklıma takılan bir iki söz ve kelimeyi araştırayım derken, kendimi Blog yazmaya yeni başladığım sıralarda oluşturduğum ve yanlış yazılıp kullanılan kelimeleri içeren listeye benzer bir liste yapmış buldum. Bu kelimelerin bir kısmını doğru bir kısmını ise ben de yanlış kullanıyorum. Ancak doğrularını kullanmaya çalışmak, az da olsa dikkat etmek sanıyorum hem kendimiz hem de dilimiz için faydalı olacaktır (((:
Not: Kelimelerden bir kaçı ilk listede de var ancak bu kelimeler tekrar yazmanın faydalı olacağını düşündüğüm kelimelerdir.

Doğru / Yanlış
Aferin - Aferim
Bahçevan-
Bahçivan
Başlamak - Start Almak
Bulgar - Bulgaristanlı

Delalet (İşaret Etmek) - Dalalet (Sapkınlık)
Dershane - Dersane

Elemek - Elimine Etmek, Ekarte
Entelektüel - Entellektüel
Ezkaza - Eskaza
Faaliyet - Faliyet
Gürcü - Gürcistanlı
Harikulade - Harkulade
Hastane - Hastahane
Hint - Hindistanlı
İcap Etmek - İcabetmek
İddianame - İddaname
İngiliz - İngiltereli
İnisiyatif - İnsiyatif

Kafe - Cafe
Kerli Ferli - Kelli Felli

Komiser - Komser
Kaza ya öyle değil - Kazın Ayağı Öyle Değil ( Olay öyle değil, zamanla yuvarlayarak bu hale getirmişiz)

Kaile Almak - Kaale Almak
Küresel - Global
Maalesef - Korkarım ("I'm Sorry"den gelir, dilimizde böyle bir hitap şekli yoktur)

Popüler - Populer

Rastlamak - Raslamak
Sahlep - Salep
Sahneye Çıkmak - Sahne Almak

Servi Boylu - Selvi Boylu
Stil (tarz) - Sitil (Küçük Kova, Bakraç)

Strese Girmek - Stres olmak
Sürpriz - Süpriz
Şarj - Şarz
Şefkat - Şevkat
Şoke Olmak, Şok Geçirmek - Şok Olmak
Şov - Show

Yıkanmak - Duş Almak

11 Şubat 2008 Pazartesi

Haftanın Arşivden Seçme Yazısı ((:

Dikkatinizi çekmiştir hemen sağ tarafta "Haftanın Arşivden Seçme Yazısı..." diye bir şey var yaklaşık 1 aydır ((: haftanın yazısı olmayı geçti ayın hatta yılın yazısı falan olma yolunda ilerlemekte olan bir bölüm orası ((: Teorikte çalışma prensibi şu şekilde olacak bir kısım orası;
Her hafta kendi seçtiğim eski yazılarımdan birinin girişini oraya yazıp yazının kendisine de bir link vereceğim, ilgisini çeken tıklayıp okuyacak, olay bundan ibaret.
Bu vesile diyeyim size, kendi yazılarım diye demiyorum ama arşivdeki yazılarımı kurcalarsanız hoşunuza gideceğinden eminim ( reklammmm :P:P )
Bu hafta arşivden seçimim özel günler manyağı olmuş olmamız ve 14 şubat örneğinin burnumuzun dibinde olması sebebiyle "Senede Bir Kez Hatırlamak ve Hatırlanmak"(17 Ağustos 2007) oldu. Biraz keyifsiz bir yazı ama beğenirsiniz umarım ((:

10 Şubat 2008 Pazar

Mim Furyası; Sezon 2 / Bölüm 1

Efendim baktım Lost 4. sezona girdi ben de "Mim" furyasının 2. sezonunu açayım dedim, vatana millete hayırlı olsun. Çok sıkı bir giriş yapıyorum bu sezona ve halihazırda bekleyen 5 mim sayesinde hazır olun her an bunlardna birine cevap verip altına da pası size atttığımı görebilirsiniz, demedi demeyin :P
Sezon açılışını Jelibon'un yolladığı mim ile yapalım bakalım.
"Neden blog yazıyorum?" sorusuna cevap bulmak güç. yani aslında bulunurda en doğru güzelini bulmak lazım. "Egomu tatmin ediyorum", "Saçma sapan yazılar yazmama rağmen daha nereye kadar sabredip takip etmeye devam edeceksiniz diye sizi denemek için yazıyorum", "Neyim eksik benim deyip başımın kel olmadığını isbat için yazıyorum", "Bedava hizmet veriyorlar durun bir tane de ben açayım bari deyip, sırf bedava olduğu için ve kalabalık etsin diye yazıyorum" daha uzar gider. Ama daha bariz olan sebep ise şöyle ki;
"İleride kitap çıkartmak niyetiyle burada yazmaya başlayıp bir alt yapı oluşturmak niyetiyle başlamıştım yazmaya. Ancak bir süre sonra o kadar keyif vermeye başladı ki, o kadar güzel kazanımlar oldu ki Blog Ailesinin hep bir üyesi olarak kalmak istemeye başladım ve yazmaya, blog ile ilgilenmeye, başka bloglara gidip yorumlar yazmaya olabildiğince devam ettim ve ediyorum da"
Evet durum budur ((: daha sıralanabilecek o kadar çok sebep var ki aslında ama bunlar yeterli sanıyorum ((:
Şimdi de sıra "Mim"in gideceği yer, mekan seçimine ((: Hah tamam en iyisi Taluyka nın neden blog macerasına atıldığı ve hale buralarda olduğunu öğrenelim. Haydi bakalım Talu göster kendini :P

4 Şubat 2008 Pazartesi

"Hack" Nasıl Yapılır?

Önemli bir notla yazıya başlamakta fayda var; burada bahsi geçen metodu kullanıp kullanmamak tamamen sizin sorumluluğunuzdadır. Yazar olarak ben, burada verdiğim bilgi dahilinde birilerine vereceğiniz herhangi bir zarardan ötürü sorumluluk kabul etmiyorum. Merak ettiğinizden de adım gibi eminim, o yüzden yazının faydalı olacağına inanıyorum.

Öncelikle "hack" dedikleri nedir, ondan bahsedelim. Çok genel inanışa göre sistemleri problemden probleme sokup, içindeki bilgileri, şifreleri ve bilumum özel kayıtları ele geçirip sonra da ardından da koca bir not bırakmaya "hack"lemek deniyor. Gerçek anlamı bu değil ama üç aşağı beş yukarı bu diyelim biz.

Şimdi bu "hacker"lar hacklemeyi nasıl yapıyorlar biraz da ondan bahsedelim. Öncelikle bir sistemin arka planına yani kontrol edilen mekana geçmek için genelde bir şifre gerekir. Bu şifre de belli bir mekanizma tarafından eşlenir ve yetki verilir ya da yetki reddedilir. Örneğin bir sitenin sahibisiniz diyelim, size daha önce verilmiş olan kullanıcı adı ve şifre sorulur. Siz bunları bu mekanizmaya verirsiniz, bu mekanizma ise daha önce saklı bir yerlerde bulunan asıl şifre ve kullanıcı adıyla karşılaştırır ve onaylar ya da onaylamaz. Onayladığı takdirde sisteme girersiniz ve yetkiler elinizde olur.

Sistemlerin genelde bir de arka kapıları olur. Bu kapılar hatalardan kaynaklanabileceği gibi, eksik yerler ya da unutulmuş boşluklar da olabilir. İşte hacker diye tabir ettiğimiz kişiler bu açıkları bulurlar ve sistemlerin kontrol mekanlarına girerler. Genelde bu iş bir hırsızın kapıyı bir şekilde açıp evinize sizden izinsiz girmesi gibidir. Yani illa ki bundan memnun olmayız.

Bazıları da bu işi sistemin bu açıklarını bulup, sistem yöneticilerini uyarmak ya da bizzat bu açıkları kapatmak için bu işi üstlenirler. Bunların sıfatları da "beyaz"dır, İngilizcesiyle "white hacker". Bunlar genelde güvenlik uzmanlarıdırlar ya da güvenlik için işe alınmış kimselerdir.

Peki evimize bir hırsız girse bunu nerden anlarız? Elbette ki çaldığı şeylerden. Ya hiçbir şey çalmadıysa? O zaman bıraktığı izleri bulabilirseniz anlama şansınız olur. İşte, siteler içinde çalınacak fiziksel bir şey olmadığından dolayı, sisteminize birileri girdiğinde eğer iz bırakmazsa bunu anlayamazsınız. Bu yüzden bazı "hacker"lar kendilerini göstermek için büyük notlar bırakırlar. Bunun örneklerini muhtemelen hacklenmiş siteler üzerinde görmüşlüğünüz vardır. "Hacked by..." gibi notlar görürsünüz, örneğin.

İşte bu yazıda bahsedeceğim bir hack örneği de böyle yapılmış ve ardından notunu bırakmış. Kendisi, kendi deyimiyle Google'ı hacklemiş bir arkadaşımız. Erzurumlu ve Aziz Türk milleti adına Google'daki açığı tespit ederek uyarmış ama "beyaz"lardan olduğu için sisteme herhangi bir halel(zarar) getirmemiş, sağ olsun.

İşte bu yaşayan örneği veriyorum: Google Hack

Şimdi bu hack olayı nasıl yapılır, ayrıntıları veriyorum: Önce Google Groups'a gidilir, bir grup açılır. İçine de "Seni hekledim Gogıl amca, naber? hehehe" yazılır ve ardından imza atılır. Gerekiyorsa renk düzenlemeleri siyah ve ürkütücü yazı tonlarından seçilir. Ardından da grubun internet adresi arkadaşlara "Bakın Gogıl'ı hekledim" diye mesaj gönderilir.

İşte gördünüz. Google'ı bile "hack"lemek bu kadar basit! Zor bir şey sanmıştınız değil mi?

Not: Ne olur ne olmaz, belki Google bu açığından haberdar olup da kapatır diye bir ekran görüntüsünü sakladım. Burdan görebilirsiniz.

29 Ocak 2008 Salı

Acıkanlar Bir Parça Alabilir...

Buyrun size "Etli Ekmek"... Birer parça alın ama fazla almayın, zira ancak doyarım!!!

Bu arada Fotoğrafları Konya da çekmiştim. Kenar mahallelerden birinde bir dükkanındaydık, tabakla falan uğraşma gazete serelim sen getir hepsini dedik, bu görüntü oluştu (((: 15+ porsiyon var o yığında ve dikkat ederseniz yığının yüksekliğinin su bardağıyla pek bir yakın olduğunu görebilirsiniz... Haa ayrıca 4 kişi keyifle bu yığının hakkından gelmiştik, pek güzel olduydu... ((((:

23 Ocak 2008 Çarşamba

Okumanızı Özellikle Tavsiye Ediyorum

Evet, Ya/sin'in mekanı www.hosaf.org da dün Hürriyet'in sitesinde okuduğum haber hakkında kafam attı, biraz önce bir yazı yazdım okumanızı özellikle tavsiye ederim ((:
Buyrun buradan okuyabilirsiniz...

21 Ocak 2008 Pazartesi

Soygun Nasıl Yapılır?


"Merak Ettim De" ekibi olarak sizlere her alanda yeni, faydalı ve doğru bilgileri aktarmaya devam ediyoruz. Bugün de sizlere "Soygun nasıl yapılır?", resimli olarak anlatma ihtiyacı duyduk. İşte yeni nesil suç örgütlerinin "En Yeni" soygun tekniği...

17 Ocak 2008 Perşembe

Liseden Bir Seçme Vukuat Daha...

Ocak ayına hızlı başlamış, arayı soğutmadan yazı yayınlar olmuşken, son 1 haftadır neidüğü belirsiz bir hastalığa ev sahipliği yapıyorum, kendisi bol miktarda, öyle böyle değil, bitkinlik ve ağrı getirmiş durumda ve ilaç kullanmaya karşı olduğum için (vücudumun bağışıklık sistemi ne işe yarıyor çalışsın işini yapsın, hazıra alışmasın) gidişi azıcık gecikti sanırım. Her ne kadar nette de olsam bu sıkıntı pek de bir şeyle uğraşama fırsatı tanımıyor ama sanıyor ve hissediyorum bu gün kendime geldim gibi,
Neyse hastalık bahane edip boş bıraktım bir süre daha boş kalmasın burası diye Çocukken blogunda daha önceden yazdığım bir yazıyı daha, Patron Mustafa Can'ın insaflı, hoşgörülü, sevecen, iyi niyetli yanına sığınıp, yayınlıyorum. Okul maceralarımın ikincisi olsun bu yazı, 3. sünde de hocalardan bir kesit sunarım artık :P

Yılllaaarrr önce, Lise sondayız, öss telaşı ile ortalıkta geziniyoruz. Fen Lisesi olduğumuz için hocalar il çapındaki, Türkiye çapındaki denemelerden hep iyi sonuçlar almamız gerektiğini söyleyip kasarlardı bizi . Öğrenci milleti illa bir taraftan muziplik yapacak yoksa rahat edermi hiç ((: Cevap kağıdına farklı isim kodlamalar, cevap kağıdındaki kutucukları doldurarak tavşan v.b. figürler yapmaya çalışmak gibi klasik olaylardan başka farklı ve yeni fikirler çıkarırdık her sınavda ((:
Bir gün M.E.B. in saçma sapan denemelerinden birindeydik yine. Yanımda Saygın diye bir arkadaş oturuyor. Sınavın ortasında dedik ki bi geyik yapmak lazım ama ne olsun??? Aklımıza süper bir fikir geldi. Saygın ismini "üfürükten teyyare" olarak kodladı, ben "Selam söyle o yare", önümüzde oturan Yasin ve Ali de "Yarin başı ağrımış","Bulacağız bir çare" diye kodladılar. Tek sorun vardı bunları alt alta getirmemiz lazımdı. Hemen aklıma çözüm yolu geldi. Sonuçta liste bilgisayardan otomatik sıralanıyordu ve bizde isimlerin başına nokta koyarsak noktayı "A,B,C..." gibi karakter sayacak ve alt alta sıralayacaktı ve son mısranın başına noktadan sonra "Z " koyduğumuzda ise satırlar tam istediğimiz gibi sıralanacak ve işlem tamam olacaktı. Ayrıca dikkat çekmesin diye isim yazılan yere normal uydurma isimler yazdık(sonuçta değerlendiren bilgisayar kutucukda yazanı değil kodlanan kısmı dikkate aldığı için sıkıntı olmayacaktı da) :P Sınav bitti haftalar sonra sonuçlar geldi. Gelen listenin sonunda bizim isimlerimiz yer alıyordu:

İsim___________________ Doğru ____ Yanlış_____ Net
.ÜFÜRÜKTEN TEYYARE...................................................
.SELAM SÖYLE O YARE...................................................
.YARİN BAŞI AĞRIMIŞ.....................................................
.ZBULACAĞIZ BİR ÇARE.................................................

son sayfada olduğumuzdan hocalar hiç bakmamış dağıtmıştı tüm okula listelerin örnekleri, panolara felan da asılmıştı. Sonradan müdür yrd. "Bu terbiyesizlerin kim olduklarını biliyoruz, gerekli işlemler yapılacak haklarında" demiş olsada biz bunların kuru sıkı laflar olduğunu biliyorduk ve de yapacağımızı yapmış çoktan deneme sınavındaki taklit isim furyasında yeni bir çığır açmıştık ((:

12 Ocak 2008 Cumartesi

Kopya Çekmek mi?? Haşşaaaaa!!!

Daha önceden bir kaç yerde bundan yıllar yıllar önce Çankırı da Süleyman Demirel Fen Lisesi’nde okumuş olduğumdan bahsetmiştim, bilenler bilir. Her neyse, gayet güzel ve her saniyesinde ilginç bir hikaye yaşanan 3 yıl geçirmiştim orada. Öyle bir şey ki sanki yapılan o sınavda (LGS, OKS yerine o sene O.Ö.S.S. gibi bir şey deniliyordu) bilgi ölçerken “atraksiyon” potansiyeli yüksek olanları özellikle seçmişlerdi. Hatta onlardan bizim okula girenlerinde geyik potansiyeli hat safhada olanları da bizim sınıfa toplamışlardı. Zaten yurtta kaldığımız için erkekler olarak hemen hemene 24 saatimiz beraber geçtiği için mevcut geyik ve muziplik potansiyelimiz katlanarak artıyordu. Ancak geyik bir yana birbirimize destek konusu çok daha öne çıkan bir husustu. Eeee destek iyi günde, kötü günde ve tabi ki “Sınavlarda” da üst düzeydeydi. Ancak hocaların bu desteği “Çirkin bir şey” olarak görmesi her zaman bizi üzen bir durum olmuştu. Hatta inanmazsınız bu desteği “kopya” olarak algılayan hocalarımız bile vardı, evet evet kopya olarak görüyordu bazı hocalar. Bakın bir örnek olay anlatayım siz de göreceksiniz ki bizim yaptıklarımız tamamen kopyadan başka bir şeydi...

Lisedeki 3 yıl boyunca (1 - 2 istisna hariç) en çok destek ihtiyacını duyduğumuz dersimiz İngilizceydi. Her ne kadar Fen Lisesi de olsak en yüksek ders saati ingilizcenindi. Lise 2 deydik ve ingilizcede son sınav gelmişti. Sınav test olacaktı. Sınıftaki arkadaşlardan birinin ingilizcesi çok iyidi, geri kalanların büyük kısmının ise uzmanlık alanı farklı konulardı, ingilizce konusuda uzmanlık dışında kalıyordu. Eee son sınav, çoğumuzun yüksek notla geçebilmesi için iyi bir not alması gerekiyor. Tabi durum böyle olunca acil destek çalışmalarına girişmek gerekliliği ortaya çıktı. Bir süre düşünüp ve fikir paylaşımı yaptıktan sonra ilgili çalışmalara giriştik. Bu destek çalışmaları kapsamında bir kalem kutusuna sığabilecek büyüklükte üzerinde ufak bir mikrofon sistemi olan radyo vericisi yapıp kalem kutusuna koyuldu. Sınav sırasında bu kalem kutusu ingilizcesi iyi olan arkadaşın (DataBase'in :P) önüne koyuldu, o sınavda cevapları hafif fısıltıyla kalem kutusuna (vericideki ses alıcı kısıma) söyleyecekti, biz de "walkman" lerimizi vericinin frekansa ayarladık, kulaklıklarını da ceketlerin koluna sokup sakladık. Sınavın son 10 dk. sında arkadaş cevapları vermeye bizde kafamızı elimize dayayıp çaktırmadan cevapları radyodan dinleyerek almaya başladık. Tabi dikkat çekmemek için herkese 2 şer sayı verildi o numaralı soruları yanlış yapcaktı özellikle, zira hoca herkesin aynı puanı almasından kıllanabilirdi. Sonuçta destek çabaları sonuç verdi herkes sadece 2 yanlış yapıp 90 aldı ortalamalarımız da çok keyif verici oldu, ayrıca da bu olay mükemmel bir eğlence oldu bize. :P (((:

Şimdi, elinizi vicdanınıza koyup söyleyin, bu yaptığımızın neresi "kopya", kim diyebilir ki bu yaptığımız kopya çekmek. Sorarım size bu çaba, emek, uğraş, organizasyon, fikir ve destek çalışmasına kopya demek insafsızlık olmaz mı??? Yanlış mıyım?? Bu yaptığımız kopyadan apayrı bir şey değil mi ama??? (((((:

Not: Bu yaptığımızdan hiç bir hocanın haberdar olmamış olması, falso vermeden temiz bir şekilde işin içinden çıkmış olmamız sebebiyle bu yaptığımıza hocalardan kopya çekmek diyen olmadı, olamadı, ama haberdar olsalardı kesinlikle bu çabaya çamur atıp(!) kopya derlerdi :P :P

7 Ocak 2008 Pazartesi

Sen Neymişsin Be Yeşilçam

Eveeettt... En son yazımda "Süperman Dönüyor" filminden bir kaç görüntü paylaşmıştım sizinle ve devamında Yeşilçam'da bu tarz uyarlama filmlerin aslında çok olduğunu ve bir kısmını sizlerle paylaşacağımı söylemiştim. 2 gündür ciddi bir araştırma yaptım ve birazdan okuyacağınız listeyi oluşturdum. Bakın inceleyin Listenin sonunda da ufak bir anı yer alıyor, o anı da bu filmlerin çekildiği dönemi çok güzel özetliyor, es geçmeyin okuyun derim (((:
Ufak bir rica: Liste ilginizi çeker, bir yerlerde paylaşacak olursanız, en azından kaynak göstermenizi rica ediyorum (((:

Tarzan İstanbulda1952
Orhan Atadeniz Filmi
Konu Tarzan'ın İstanbul macerası.
Eser
Edgar Rice Burrougs'un çizdiği çizgi romandan

Drakula İstanbul'da1953
Mehmet Muhtar Filmi
Konu Drakula'yı öldürüp Alman kızıyla aşk yaşayan bıçkın bir delikanlının öyküsü.
Eser Brahm Stoker'in "Dracula" adlı romanından

Görünmeyen Adam İstanbul'da1955
Lütfi Ö. Akad Filmi
Konu Karısını öldüren asistan Ali ile, Kimyager Cemil'in macera öyküsü.
Eser H. G. Wells'in "The Invisible Man-Görünmeyen Adam" adlı romanından

Örümcek Adam1966
Cevat Okçugil Filmi
Konu Polise ve bağımlı olduğu şebekeye ikili oynayan örümcek adamın macerası.
Eser Spiderman Çizgi Romanından

Fantoma, İstanbulda Buluşalım1967
Natuk Baytan Filmi
Konu İstanbul'da karşılanan Fantoma ile Yarasa adamın fantezisi.

Baytekin Fezada Çarpışanlar 1967
Şinasi Özonuk Filmi
Konu Baytekin'in feza macerası
Eser Alex Raymond'un "Flash" isimli çizgi romanlarından

Mandraki Killinge Karşı1967
Oksal Pekmezoğlu Filmi
Konu Tatilini geçirmek üzere İzmir'e gelen bir Hintli prensesle Mandrake ve Killing'in macerası.
Eser Killing foto romanları dizisiyle, Lee Falk'ın çizgi romanlarından
-
Killing Ölüler Konuşmaz 1967
-
Killing İstanbul'da 1967
-
Killing Frankeştayne Karşı 1967
-
Killing Canilere Karşı1967
-
Killing Ölüm Saçıyor1971

Binbaşı Tayfun 1968
Tolgay Ziyal Filmi
Eser Captain America adlı çizgi romanlardan

Kızıl Maske1968
Tolgay Ziyal Filmi
Eser Sy. Barry'nin çizgi romanlarından

Kızıl Maske 1968
Çetin İnanç Filmi
Konu Babası öldürülen bir gencin intikam öyküsü.
Eser Sy.Barry'nin çizgi romanlarından

Aynı sene iki farklı kızıl maske filmi çekilmiş o sebeple iki tane kızıl maske aynı senede var, bende bir yanlışlık yok yani :P

Zagor1970
Mehmet Aslan Filmi
Konu Zagor'un maceralarının öyküsü.
Eser "Zagor" adlı çizgi romandan

- Zagor Kara Bela1971
-
Zagor Kara Korsanın Hazineleri 1971

Sınderella Kül Kedisi (Renkli) 1971
Süreyya Duru Filmi
Konu Sinderalla ile rüyasında gördüğü Prensin aşk öyküsü.
Eser Perrault'un "Kül Kedisi" adlı masalından

Kızıl Maskenin İntikamı1971
Cevit Yürüklü Filmi
Konu Arkadaşını öldüren Kont'un peşine düşen Kızılmaske'nin intikam öyküsü.
Eser Sy. Barry'nin çizgi romanlarından

Süper Adam1971
Cahit Yürüklü Filmi
Konu Beyaz zehir kaçakçılığı yapan bir çeteyle kıyasıya mücadele eden süper adamın macerası.
Eser "Superman" çizgi romanlarından

Bombala Oski Bombala 1972
Çetin İnanç Filmi
Konu Yerli bir Roket Adam öyküsü.

Kaplan Kadın Dehşet Adasında1972
Tancan Akın Filmi
Konu Bir kadının macera öyküsü.
Eser "Tiger Woman" adlı çizgi romanlardan

Bedmen (Yarasa Adam) 1973
Savaş Eşici Filmi
Konu Yarasa adamın öyküsü.
Eser Batman çizgi romanlarından

Turist Ömer Uzay Yolunda (Renkli) 1973
Hulki Saner Filmi
Konu Bir profesörle, Turist Ömer'in bir gezegende geçen güldürüsü.
Eser "Uzay Yolu" adlı TV dizisinden

Üç Dev Adam (Renkli) 1973
Fikret Uçak Filmi
Konu Uyuşturucu madde kaçakçılarıyla mücadele eden üç komiserin öyküsü.
Eser Marvel karakterleri "Captain America", "Spiderman" ve "El Santo"nun çizgi romanları

Şeytan (Renkli)1974
Metin Erksan Filmi
Konu Ruhuna şeytan giren küçük bir kızın öyküsü.
Eser Aynı isimli bir Amerikan filminin yerli uyarlaması

Pembe Panter Gangsterlere Karşı (Renkli)1975
Oğuz Gözen Filmi
Konu Pembe Panter'le Temel Reis'in maceralı öyküsü.
Eser Bir televizyon filmi dizisinden

Dünyayı Kurtaran Adam (35 Mm)1982
Çetin İnanç Filmi
Konu Bir uzay macerasının öyküsü.

Üç Süpermen Olimpiyatlarda (35 Mm)1984
İtalo Martinengi Filmi
Konu Üç süpermenin öyküsü.

Listeyi oluştururken;

1 - http://www.turksinemasi.com
2 - http://sozluk.sourtimes.org
3 - GIOVANNI SCOGNAMILLO'nun TÜRK SİNEMA TARİHİ
ve FANTASTİK TÜRK SİNEMASI adlı kitaplarının,
4 - http://www.frmtr.com
ve tabi ki www.google.com 'un büyük yardımı oldu, bu sitelere ve kitaba emeği geçenlere teşekkürler...

scognomillo'nun "Fantastik Türk Sineması" kitabında sayfa: 358;
("Bombala Oski Bombala" filminin çıkış hikayesi)
"Bir gün Samsun eşrafından Necdet Bey diye bir filmci Karahafız ve İnanç'ın ortaklaşa kurduğu Osmanlı Film'e gelir ve film sipariş eder. bir Ayhan Işık'lı film, bir Kadir İnanır'lı film derken, pazarlık tıkanır. "jet rejisör" Çetin İnanç da bu renkli filmleri al, bir de siyah beyaz macera filmi vereyim der. Adam kabul eder. Ertesi gün filmler teslim edilecektir, fakat bir sorun vardır. Ortada öyle bir siyah beyaz macera filmi yoktur. İnanç hemen çalışanlarına "şöyle uçanlı kaçanlı bir Amerikan serial'ı bulun" der ve "Roket Adam Dönüyor" diye bir film bulunur ve film bir günde çekilir.


6 Ocak 2008 Pazar

Amerika'daki Esmerlik Hakkında Tespitler (!)

Ömer'in anlattığı Kızılderili hikayesi ve Amerika'nın keşfi zamanındaki ehemmiyetli mevzuları okudum. Çok hoşuma gitti. Açıkçası İngiliz ve benzeri diğer batılıların en asil(!) duygularla bu kıtaya gidişi, onlara bilimselliği, deneylerde bu denli aktif roller vererek tanıtmaları ve kendilerini bu geldikleri kıtada evlerinde hissettirecek kadar sevdirmeleri bizim gibi barbar (!) bir ırkın anlayabileceği kadar basit şeyler değildi. İşte Ömer'in bu satırlarını okurken duygulanmamak, hislenmemek, göz yaşlarını tutmak çok zordu.

Biz Türkler olarak o kadar da yakın olmadığımız bu Amerika kıtası hakkında çok fazla şey bilmediğimizi düşünüyorum. Bu yüzden Merak Ettim de ekibinin bir üyesi olarak merak ettim ve Peru'dan Jose adlı [Hoze diye okuyabilirseniz daha makbule geçer] pek saygıdeğer kardeşimden beni bu konuda bilgilendirmesi için rica ettim. Emesen oturumlarımızda çok koyu çetler yaptık kendisiyle. Bu konuda da sizi, aldığım süper bilgilerden birkaçıyla bilgilendirmek istedim. Elbette bu yazı esnasında okuyacaklarınız kulaktan dolma bilgiler olup orada yaşayan bir elemanın tarih bilgisiyle ve benim anlayabildiğim İngilizcemle sınırlıdır. Bundan sonraki satırları okurken sıkılırsanız kusura bakmayın.


Amerigo Vespucci ve Kristof Kolomb biraderlerin hikayesini üç aşağı beş yukarı herkes bildiği için bununla vaktinizi almayacağım. Yalnız kendileri Portekizlilerin ve İspanyolların hizmetinde denizcilik yaparak Amerika'ya ulaşmışlar ve Güney Amerika'daki ekseriyet, İspanyol ve Portekiz kültürünün hakimiyetine girmiş. Benzer şekilde de kuzeyde İngiliz egemenliğini görürüz. Tam bu noktada küçük bir fark göze çarpar. Kuzeye medeniyet getiren(!) İngiliz ve diğer Avrupalı göçmenler; evlerini, ailelerini, tası tarağı toplayıp hepsini yanlarına alarak bu kıtaya ayak basmışlar. Dolayısıyla Kızılderililerle olan ilişkileri hep seviyeli olmuş(!). Yani kısaca kadın erkek demeden katledilen insanların ardında çok bir şey kalmamış.

Halbuki İspanyollar ve Portekizliler ailelerini arkalarında bırakıp gelmişler [Aile derken evet, gelenler erkek ve arkada kalanlar da onların eşleri oluyor]. E tabii deniz yolculukları öyle hızlı ve istenildiği zaman olmuyor o zamanlar. Dolayısıyla güneyin yerlileri ile İspanyollar ve Portekizliler arasında daha bir yakınlık peyda olmuş. Zaten ben eskiden İspanyolların hepsini esmer falan sanırdım, halbuki bu "Latin esmerliği" İspanyollardan değil, Amerikan yerlilerinden kaynalanıyormuş. Demek ki İspanyollarla İngilizlerin farkı bu olmuş. Kuzeyde herkese kıyılmış, güneyde ise genelde erkeklerine kıymışlar, hanımlarını da (Duman'ın yaptığı gibi) kendilerine saklamışlar.

Bu "medeniyet götürme" projesi kapsamında en temiz iş tümden kıyım yapan İngilizler tarafından olmuş. Bundan dolayı da çalkantılı dönemleri en hızlı geçenler Kuzey Amerika'dakiler tabii. Lâkin güneydekiler çok uğraşmışlar. Direnişler falan... İşin ilginç yanı İspanya krallığından ayrılmak için de çok savaş verilmiş. Bunun yanında bu kıtaya İtalyanlar da gelmiş ve Arjantin dolaylarında kendilerine yer edinmeye (!) çalışmışlar. Hem bu yeni gelen İtalyanlara hem de İspanyollara yer yetmemiş olacak ki, Arjantin'de, Güney Amerika'nın gördüğü en büyük katliamlar yapılmış. Burdan da bir sonuç çıkarmam gerekirse Arjantinliler o kadar da esmer değillerdir.

Düz mantık gibi oldu ama gerçekten de şahsen tanıdığım tüm Arjantinliler sarışındı. Maradona hariç.

Süperman Dediğin Ahanda Böyle Olur ((:





Ekleme: 5. Fotoğraftaki yeşilimsi "süs" pardon gezegen Kripton gezegeni bilginiz olsun kültürünüz artsın diye açıklayıvereyim dedim, kıyağımı unutmayın :P
Evet Ödüllü sorumun cevabı olan "Superman Dünüyor" filminden bir kaç kare ((: ve buyrun bir kaç da bilgi ((:
1978 yılının sonunda ilk "Superman" filmi çekilmiş Amerika'da. Üzerinden henüz 1 yıl bile geçmeden 1979 da daha önce 1974 yılında "Tarzan - Korkusuz Adam"ı da hem yazıp(!) hem yöneten Kunt Tulgar yazıp yönettiği başrolünde Tayfun Demir (Haşim Demircioğlu) in oynadığı "Süperman Dönüyor" filmi ortaya çıkmış. O dönemdeki imkansızlıkları da göz önünde bulundurup çok da fazla eleştirmemek lazım belki ama o imkansızlıkları görüp, gidip aşk filmleri ya da komedi filmlerini taklit etmeyi bırakıp böyle fazla imkan ve para gerektiren işlere neden girilmiş anlaması güç doğrusu. Ya bir de sadece "Superman" değil, "Rambo", "Batman", "Zagor", "Dracula", "Godzilla" ve dahasının Türk versiyonları çekilmiş, yani diyecek pek bir şey yok ((: Bu uyarlama(!) filmlerini bir liste halinde ve kısa açıklamaları ile sizlerle paylaşacağım bir sonraki yazımda beklemede olun ((:

Şimdilik "Superman Dönüyor" ile ilgili IMDB linkini paylaşayım sizlerle,
http://www.imdb.com/title/tt0392818/